22 Eylül 2016

Zübeyde Öz, Bir İsimdi Salih

ile izdiham

Kaybettiklerinin hesabını yaparlar küçük çocuklar; mesela bir bilye oyunda, mesela bir oyuncak yolda… Kız çocuğuysa en fazla tokalarını kaybeder. İşte öyle zamanlardan hemen biraz sonra tanıdım Salih’i; kolunu kaybeden Salih’i. Ağır gelir demişlerdi o kitap sana, ağır geldi. Uzun demişlerdi, bitiremezsin demişlerdi; soluksuz kaldım.

Bazen siz kitapları değil, kitaplar sizi bitirir; cümleler sanki zihninize bir örümcek gibi yapışır. Örümcek ağlarının çeliklerden bile sert olduğunu biliyor muydunuz, işte o ağlar gibi örülür beyniniz de her kitapla. Belki de çok kitap okuyanlar o yüzden toplumdan soyutlanır, herkesten farklı hayaller kurar onlar hatta kitap kahramanlarına bile aşık olurlar; en çok da öyle insanlar mutsuz olur belki de. Hayalleri hiçbir zaman gerçeklerle bağdaştıramazlar. Sevdikleri, kitap kahramanları gibi olsun isterler önce, sonra kitap kahramanları sevdikleri olsun isterler, bazen kendileri kitap kahramanı olurlar. Çok karışır kavramlar birbirlerine, o saatten sonra onlar sadece okurlar. En sevdiğin kitap sorusuna cevap veremeyerek durakladıkları zaman anlarlar deryada bir inci tanesi olduklarını.

En sevdiği tek bir kitap olan sığ insanlardan uzak durup, daha çok okurlar. Nasıl ayırabilirim ki en sevdiklerimi, onlarcasını birbirinden ayırmak ne zor. Sevda ve nefreti karıştırdığım zamanlarda Adem ile Havva’yı sevdim Lâ’da, Kabil’le Habil’i sevdim. Hasan Sabbah’ı sevdim isyankar yanımla hem de Semerkant gibi bir şehirde. Babil’de ölüm oldum, İstanbul’da aşk. Ebrehe olmak istedim puslu kıtalarda; gizli kalmayı sevdim bulunmayı umut ederek. Ama en genç halimle Salih’i sevdim. İlk onunla başladım kahramanlara aşık olmaya, romanın içine girip orada yaşamaya ilk onunla başladım. Nar Ağacı’nın romanında yazarın fotoğraflara dalıp, fotoğraflardan içeriye girip o anı yaşaması gibi yaşadım kitapları, ben de kitapların içine giriyordum gizlice, üstelik kimselere hissettirmeden. Bir bulanıklıkla başlıyor her şey, sonrasında gönül ferahlığıyla kalıyorum orada. Kimliğimden arınıp, yeni kimlikler yaratıyorum kendine. Bağımsız yanımla dünyaya bağımlı halim arasında çoklu kimliklerimden dem vuruyordum çoğu kere ama unutuyordum bu kimlikleri kitaplardan çaldığımı.”

cagatay-hakan

Çağatay Hakan Gürkan Çizimi

Biliyordum ben, gerçekte bir fedai olamayacağımı; ne bir kahraman, ne sarayda bir cariye ne devlete hükümdar olabilirdim. Biliyordum cümlelere dahi sığamayacak bir aşk hikayesinin kahramanı olamayacağımı, bu yüzden sahipleniyordum kahramanları. Sahiplendim Salih’i de, vatanı sahiplendiği gibi sahiplendim tek koluyla onu. Kaybetmenin ne denli büyük olduğunu anladım küçücük aklımla. Kaybettiğini neyin uğrunda kaybettiğini bilmenin, değip değmediğini görmenin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Çoğu insanın aksine kitaplara isimlerini veren başkahramanları değil, yan kahramanları sevdim ben hep. Vatan için mücadele eden binlerce kahramandan biri olan, üstüne binlerce sayfa yazılıp anlatılması gereken Küçük Ağa’ya değil, Salih’e sevdalandım küçücük yaşımda.

Kaybedişine üzüldüm, isyan ettim yokluğuna kolunun, ağladım bir kolun yokluğuna. Derdi bir toka, bir oyuncak, biraz para kaybetmek olan çocuksu dünyadan uyanıp bir kol kaybetmenin acısını yaşadım bir anda. Terk edilmişliğin, dışlanmışlığının damgasını yedim aniden; zaten her şey aniden oldu, aniden… Savaş dönüşü kolum yok diye küstüm dünyaya, düşman kesildim herkese, alay konusu oldum her yerde. Üstelik savaş kaybedilmiş, şehirler yamalanmış, insanlar aç kalmış. Ruhlar inanmayı bıraktı bırakacak, şehir sanki tüm kalelerinden düştü düşecek. Kırk yıllık dostlar bile birbirine düşman olmuş, Niko bile terk etmiş beni; Salih’in Niko’su olmaktan vazgeçip Niko’nun Salih’i yapmış beni. Bir Yunan, bir İngiliz sevdası başlamış. Herkes sanki birden yeni bir kimliğe bürünmüş. Çok yalnızım, çok. Sevenim yok, amacım yok, çarem yok. Ve ben bu zamanlarda seslendim Salih’e “Ben varım, yalnız değilsin.” diye. Evet acıdım ona, ama sevdim. Bir kadın gibi acıdım, bir kadın gibi sevdim ilk defa. Çocuk değildim artık, diyorum ya büyüdüm aniden.

Yeni başlangıçlar için gerekti derin yıkımlar, yerüstüne taş kalmaması gerektiği gibi insanda da umut kalmaması gerekti. İşte öyle bir umutsuzlukla tutunduk Kuvay-ı Milliye’ye. Salih’le birlikte inandık önce vatanın kurtuluşuna ve bir kolu verdikten sonra bir canı da verebileceğimize. Biz bir kol verdik, kimi bacağını verdi, kimi gözünü, kimi evladını, kimi de canını. Zaten her şeyimizi verdikti; düşman çizmesi toprağımızda gezerken biz kendi vatanımızda yadırgı olduktan sonra her şeyimizi vermiş olurduk, varsın canımızı da verelim de o günleri görmeyelim dedik. Hem böyle yalnız, böyle çaresiz, böyle dışlanmışlıkla yaşayacağımıza dağda, gölde, ovada birlik olalım dedik. Birlikte ikna ettik İstanbullu Hoca’yı da. Önce biz inandık, bir avuç insan, bir avuç Kuvva; sonra Anadolu inandı, Hoca inandı ve nihayetinde İstanbul bile inandı bize.

Hoca İstanbul’u savunmayı bıraktığından değil, biz İstanbul’u savunduğumuzu da Hoca’ya anlattığımızdan beri safı değişti tarafların, gidişatı savaşın bir ölümden bir doğum yaratmak gibiydi. Biz kaybetmeyi göze alarak çıktığımız bu yolda kaybetmeyenlerden olacağımıza akıl sır erdiremezdik, ama oldu. Salih’ten sonra bile içten içe kazanmak için ne denli büyük kaybetmem gerektiğini bildiğimden tahammülü öğrendim -ki ben Salih gibi bir vatan kaybetmiyordum modern zamanlarda, en çok kendimi kaybediyordum ama çok geçmeden buluyordum sayfalarda. Bir savaş bittiyse de tüm sonuçlarıyla, modern zamanlarda başka savaşlar sürüyordu nihayetinde memleketin çocuklarının aklında. Geçmişe minnet duymayan zihinler, bugünlerle yetinemiyordu. Ve ben en fazla kendimi kaybediyorum, ama yine de bir ismi anıp minnetimi gösteriyorum ya da ben öyle varsayıyorum.

Salih’le İstanbullu Hoca canla başla çabalarken ben genç yaşımda yorulmaktan şikayet edemezdim ya, ben de yardım ettim onlara. Savaşın orta yerinde cepheye su taşıyan kadınlardan biri oldum bazen, yaraları saran hemşire oldum. Bir şekilde yer ettim hikayelerinde, ama siz göremezdiniz. Savaşın orta yerinde kahramanlardan sıra gelmezdi bana, gelmesindi zaten. Küçük Ağa vardı, Küçük Ağa gibi binlercesi, Salih gibi on binlercesi. Hacim kaplamadan hikayelerde yer etmeyi öğrendim böylelikle. Kitapların değil de içindeki düşüncelerin ne çok yer kapladığını yaşayarak öğrendim nihayetinde.

Sitemim olmadı hiçbir zaman Salih’in hikayede çok yer etmemesine ya da Küçük Ağa’nın çok yer etmesine. Bu hikaye Küçük Ağa’nın hikayesiydi sonuçta. Hem herkes Küçük Ağa’yı anlatırken, Salih’i bir tek benim sevmemi de sevmiştim. Kıskanmak duygusunu da öğrendim kadın aklımla. Bir kaşifin heyecanıyla, bulduğunu anlatmak istermiş gibi anlatmak istedim Salih’in hikayesini, en saf haliyle, en çocuksu gözlerle. Ama korktum, bulduğunu kaybedecek olanların korkusuyla korktum, istiridye gibi saklamayı kabullendim hazinelerimi. Şimdi ise elim kağıtta anlatmak isteğimin en fazla olduğu yerdeyim; en dışlanmış halimle, dünyadan soyutlanmışlığımla ve tüm yalnızlığımla anlatıyorum Salih’i, üstelik kazandığı toprakların üstünde bir yolculukta, İstanbul’u Anadolu’ya bağlayan köprünün üstünden geçerken. Bu yüzden ölümsüz bir meslek olmalı yazarlık, ben unutamıyorsam Salih’i anıyorum demek ki yazanı da göz ucumla. Belki de hala büyüyünce yazar olmak istemem bu yüzden.

Kalemim vuruyor beynime, hafızam kayıplarda; üstünden seneler geçmiş bir kitabın ayrıntılarını hatırlamaya çalışıyorum ama aklımda sadece Salih. Seneler geçtikçe seveceğim adamı tarif etme isteğim çoğalsa da yine de bir cümleyle geçiştiriyorum: “İçinde Allah korkusu, yüreğinde memleket sevdası olsun.” Kaşı, gözü muamma belki, kolu da kayıplarda ama o yine de vatan koksun ve öyle bir adam olsun ki kıskanmasın Salih’i, ona dair cümlelerimi. Öyle bir adam olsun ki;

En sevdiğim romanın en yakışıklı kahramanının ölüşüne birlikte üzülebilsek,
yakışıklılığının yüreğinde tâ derûnunda olduğunu bilerek.

İçimi heyecanlandıranın bir memleket sevdası olduğunu bilse.

Birlikte adımlasak memleketimin her karış toprağını.

Vatan denildiğinde sussak, en ön safhada biz olsak.

Böyle cümlelerle ilham verdi bana Salih, severken bile içimde toplumcu cümleler büyüttüm sayesinde. Toplumcu oldu bizde sevda hep bir parça, sanat için sanat anlayışını hep uzaktan hayran hayran seyrettik. İsyankar olmasak da muhalif kaldık ama her şey bir avuç toprağa kaldı nihayetinde.

Cümlelerim inandı Salih’e de filmler inanmadı. Hayallere görsel kalıplar sığdırmak fikrine Salih’le birlikte karşı çıkmıştık ama o, Yeşilçam’ın o zamanlar sadece siyah beyaz olan renkli dünyasına kapıldı. En çok bu konuda tartıştık, belki de sadece bu konuda ayrıştık. Ben idealist yanımla savunurdum; filmler kitapların yerini tutmaz diye, o ise toplumcu yanıyla kitap okumayanlara gerçekleri hem de harp gibi bir gerçeği anlatmak istemesiyle sustururdu beni. Ben büyüdükçe anladım Salih’i ama ben büyüdükçe de çoğaldı okumak yerine izlemeyi tercih edenlerin sayısı, ben inanmak zorunda kalmıştım. Bir gerçeğe ne kadar süre idealist yaklaşabilirsin ki. Evet, o zamanlar ilk hayal kırıklığım oldu Salih’in filmi aslında Küçük Ağa’nın hikayesi. Ben Küçük Ağa’nın gözüyle bakmadığımdan olsa gerek ya da bu kitabı Salih için yazılmış varsaydığımdan olsa gerek Salih’i Çetin Tekindor oynayacak sanmıştım.

fikret-hakan

Düşünebiliyor musunuz, başrol oyuncusunu yakıştırmıştım Salih’e. Hayalimdeki Salih umutsuzdu, çaresizdi ama bu kadar dağılmış değildi, bir savaşa can verecek kadar cesurdu. Tren şehre girer girmez içimde bir ürperti ile kalakaldım, belki de ilk 15 dakikadan sonra filmi izlemek benim için anlamsızdı. Annem ne diye ısrar etmişti ki. “Gel bak filmi başlamış, seversin sen” dediği günden beri hep korkuyorum, filmini izlemekten okuduğum kitapların. Sanki hayal ettiklerimi benim gibi hayal edemeyecekler gibi. Salih’le başlayan bu korkum hep devam etti, mesela hep düşündüm Aşk ve Gurur film için ideal bir kitaptı ve filmi de olabilecek en iyi şekilde yapılmıştı. Elizabeth de Darcy de olması gerektikleri yüzyılın insanlarıydılar ama yine de bir şey eksikti, eksik olan şeyi hiç bulamadım. Belki de ben fazla anlamlar yüklüyordum kitap kahramanlarına. Nietzsche Ağladığında’nın filmini yarım bıraktım bu yüzden, kitabını çok sevmeme rağmen. Uzun Hikaye’de oyuncuyu sevsem de sonu kitapla uyumlu olmamış dedim. Hep bir mazeret buldum filmlere üstelik en sevdiğim kitapların filmlerine daha fazla mazeret buldum.

Salih beni hayal kırıklığına uğratmasaydı filmiyle, başka bir film beni hayal kırıklığına uğratacaktı ama ben ilk Salih’le yaşadım kitapların filme çevrilmesi hayal kırıklığını. Unutulmayan şeyler varsa hayatta o hep yaşadığınız ilkler oluyor; ilk sevdanız, ilk kıskançlığınız, ilk hayal kırıklığınız. Salih’e sonuçta başkahraman bile değilken fazla anlam yüklediğimi söyleyeceksiniz. Oysa ilk fazla anlam yüklememdi önemli olan. Acaba Çetin Tekindor Salih’i oynasaydı, çok mu haksızlık ederdim İstanbullu Hoca’ya? Ya da o zaman hayal kırıklığına uğramaz mıydım? Her şey benim hayal dünyamda kusursuzca yer ederken kusursuzca inandım yine de Salih’e çünkü ben hala kafamın içindeki adama inanıyorum. Ben yarattım o adamı diyorum, yazarına saygısızlık etmek için değil ama her okuyucu kendi kahramanını yaratmaz mı nihayetinde. Yazarın kafasındaki kahramanla birebir örtüşmez çoğu kez kafamızdakiler. Benim inandığım Salih’le yazarın yazdığı Salih ne kadar aynı ya da filmdeki Salih benim yarattığım Salih’e ne kadar yakın. Bildiğimiz tek şeyse Salih’in yaşadığı; etiyle kemiğiyle, geçmişte, savaşın orta yerinde yaşadı o. Herhangi bir askerden biriydi Salih. Yazarın Salih’iyse benim beynimin içinde yaşıyor. Küçük bir anıda, yarım yamalak bir sevdada, vatan kokan sevgilide, filme çevrilen kitaplarda… Bir şekilde hayatın bir köşesinden geçti Salih. Yer etti çocuk zihnimde ve büyüttü beni bir kolun yokluğuyla. Ne zaman eksik bulsam kendimde, saçımda, makyajımda gülüp geçiyorum. Dünya yıkılmışcasına eksikliklerini tamamlamaya çalışan kadınların aksine bir kolun eksikliğini yaşadım ben deyip acıyorum kendime. Aniden eksildi kolum, aniden değişti dünyam, aniden sevdim, aniden anladım sevdiğimi. Böyle değişmişken benim dünyam, böyle dağılmışken ben, Salih ise bir isimdi bir romanda, savaşta bir asker olduğu kadar gerçek bir isim.

Savaşın doğduğu coğrafyada sevda da doğdu, insanlar ne savaşmayı ne sevdayı bıraktı. İnanmak unutuluyordu az kalsın ama ben inandım o adama. Siz de inanın diye yazıldı bu hikaye, siz de bilin Salih’i diye. Başkahramanın rolünü çalsın diye değil yanında yer etsin diye.

KÜÇÜK AĞA
Tarık Buğra’nın önemli eserlerinden biri olan Küçük Ağa, Milli Mücadele dönemini bir Anadolu kasabasının gözünden anlatmaktadır. Kuvay-ı Milliye’yi konu edinen romanda toplumun yaşadığı zorluklar, işgaller ve ihanetler anlatılmaktadır. İstanbul Hükümetinin baskı altında bulunması nedeniyle aleyhte fetvalar verilmektedir, aynı zamanda işgalciler ve çetelerle de mücadele edilmektedir.

Romanın başkahramanı olan Küçük Ağa İstanbul’dan gelen bir hocadır ve padişahın desteklenmesini isteyerek Kuvay-ı Milliye’nin karşısında yer alır. Zamanla fikirlerini değiştiren hoca da milli harekata katılır ve Küçük Ağa ismini alır. Salih ise savaşta tek kolunu kaybeden bir askerdir ve daha sonrasında da Kuvay-ı Milliye’ye katılır. İstanbullu Hoca’yı yakalamak için görevlendirilen Salih, Hoca’nın fikirlerini değiştirmesinde de etkili olmuştur.1963’te yayınlanan romanın, 1983’te filmi çekilmiştir.

TARIK BUĞRA (1918-1964)
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tanınmış yazarlarındandır. Roman, hikâye, oyun, fıkra yazarı ve gazetecidir. Çok yönlü bir yazar olan Buğra, özellikle romanlarıyla tanınır. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’ın öğrencisi olan yazar, Küçük Ağa romanının yayınlanmasıyla olumlu tepkiler almıştır. Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilen Küçük Ağa ile yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nden diploma almıştır. Yalnızlar, İbiş’in Rüyası, Yağmur Beklerken yazarın diğer romanlarından bazılarıdır.

Zübeyde Öz

İZDİHAM