16 Şubat 2017

Yunus Meşe, İki Saatlik Sessizlik

ile izdiham

Siyah perdeyi araladım hafiften. Göle doğru uzayan sokağa baktım. Sokak lambaları yandı birden. Elinde poşetler olan adamlar geçiyor ara ara. Aceleci kadınlar, çocuklarının ellerinden tutmuş anneler… Ağır ağır tırmanıyorlar yokuşu, kayboluyorlar sonra. Biraz sonrası göl. Perdeyi kapattım. Odam karanlığa büründü yine. Eşyaların görünümü değişti. Kül tablasındaki izmaritler odaya ağır bir koku bırakıyor. Annem gelse saçlarımı  yolardı odayı görünce. Bardakta soğumuş çay kirli sehpanın üzerinde bana bakıyor. Bakımsızlıktan keçeleşen saçlarımı topuz yaptım. Kesmeyi düşünüştüm.  Ama üşenmiştim. Beni banyoya ulaştıracak koridor bitmeyecek bir yol gibi görünmüştü bana.

Apartman boşluğundan sesler yükseliyor. Alt komşum misafirlerini yolluyor yine. Ulaşabildiği her yeri sarıyor kadının kahkahaları. “Allah’ım” diyorum. “Allah’ım bu gülüşler gerçek mi? Yoksa misafirler gittiğinde o da gömülüyor mu odasına?” Sesler uzaklaştı yavaş yavaş. En son demir kapı gürültüyle çarpıldı. Bir süre boşlukta salınan ses kendisine bir yer buldu. Yokluğa karıştı bir müddet sonra. Pencerem kapalı ama o kadar uzun baktım ki biliyorum boşalmıştır yollar şimdi.  Burada hayat çok erken bitiyor.  Akşam altı dedi mi köpeklere kedilere kalıyor sokaklar. Bir de bu saatlerde çöpleri karıştıran bir amca geliyor. Arkasından sürüklediği el arabasının çıkardığı sesler yatağıma kadar uzanıyor. Bütün sesleri ezberledim. Onun arabasının sesini de. İşe yarar bir şeyler varsa çöp kutusunda, bekleyecek, yoksa ritmini bozmadan bir sonraki  çöp kutusuna doğru yürümeye devam edecek.

Alışveriş yapmayalı ne kadar oldu bilmiyorum. Dolabı açtım. Yarısına kadar dolu bir ketçap şişesi,  buruşmuş üç zeytin, bir yumurta… Kapattım. Açlığımı sigarayla bastırabilir miyim? Odama dönüp yatağa uzandım tekrar. Çok çabaladım. Çabalarımın anlamsız olduğunu fark ettiğimde de sessizliğe bıraktım kendimi. Kırılmış bir inancı tamir etmek imkânsızdır. Ya da o kırılmanın oluşturduğu boşluğu doldurabilmek.

Telefon çaldı birden. Telefon kullandığımı neredeyse unutmuşken gelen arama kalbimde çarpıntı oluşturdu. Aramasınlar istiyordum zaten. Şimdi neden heyecanlanıyorum? Ekrana baktım. Özel numara. “Ne olacaktı ki? Kimin aramasını bekliyordun? Bunca vakitten sonra olsa olsa bir sapık” dedim kendime. Telefonu yatağın üzerine attım. Perdeyi aralayıp sokağı izlemeye başladım tekrar. Telefon uzun uzun çaldı. Kesildi sonra. Sokak aynı sokak. Odama döndüm. Yine çaldı telefon. Özel numara.

Açtım. İnsan unutmaz. Unuttuğuna inandırır kendisini. Telefonda ses yoktu. Titrek bir nefes duyuluyordu sadece. Ben bu soluğu hatırlıyordum bir yerlerden. Konuşmasını bekledim. Konuşmadı. Bekledim. Bekledi… Neden sonra “ Madem konuşmayacaksın o vakit dinle” dedim. Anlatmaya başladım.

İki saat boyunca anlattım. Sıralı sırasız. Parça parça. Aklımdan geçen, kalbimden geçen, dilime dökülen ne varsa anlattım bir bir. Annemin saçlarımı tararken nasıl ağrıttığını, babamın bana attığı ilk tokadı, kumarda kaybeden abimin beni öldüresiye dövdüğü o akşamı, ilk kedimi, güvercinimi, ilk sigaramı anlattım. Âşık olduğum ilk gün ölmekten korktuğumu bu yüzden sabahlara kadar Allah’a nasıl yalvardığımı anlattım. Kelebeklerin ömürlerinin kısalığından şikâyet ettim. İyi kahve yapmanın püf noktalarını okudum. Şiir okudum. Nerede ölmek istediğimi söyledim.

Boyuna susuyordu. Titrek bir nefes vardı karşımda ve ben ona ömrümü anlatıyordum. Korkusuz. Hiç düşünmeden. Tanımak maskedir. Sınırları, kuralları getirir kendisiyle. Tanımamak özgürlüktür. İnsan tanımadığı aynı dili konuşmadığı bir insanın önünde hücrelerine kadar soyunabilir. O iki saat içinde hücrelerime kadar soyundum. Telefonun diğer ucundaki titrek soluk iç çekişe döndü. Sonra bir erkek yumuşak sesiyle ama korkarak “ seni seviyorum” dedi. “izin verirsen ben de seni severim” deyip kapattım telefonu.

Bu karanlık fazlaydı artık. Perdeleri açtım sonuna kadar. Camı açtım sonra. Odayı havalandırsam iyi olacaktı.

Yunus Meşe

İZDİHAM