4 Mart 2016

Yıldıray Karasu, Mozzarella peyniriyle birlikte eriyen umutlar

ile izdiham

Biraz daha yakına gelir misiniz lütfen? Böyle sanki çok uzaktasınız, size dokunmak istiyorum. Yani tamam aslında çok uzak değilsiniz, altı üstü aramızda sadece bir masa var. Ama sanki biraz genişçe ve uzun bir masa bu. Hem tamamıyla size dokunup dokunmamakta emin hissetmiyorum kendimi. Zaten birazdan o absürt ve patavatsız garson gelip sohbetimizi bölebilir. Sohbetimiz derken, -henüz başlamadım daha konuşmaya biliyorum- ama kafamın içinde çoktan başladım. Sahi neler anlatmalıydım size? Bence bunu buraya gelmeden önce halletmeliydik. Yani neler konuşacağımızı önceden not edip öyle oturmalıydık masaya. Sonra ben bir beton parçası gibi öylece donakalmazdım. Ya da siz, konuşmuyorum ve şaşkınlıktan sağa sola bakıyorum diye, muhabbeti açmak zorunda kalmazdınız. Sonra ben bütün çaresizlerin çaresizliklerini bütün vücuduma yükleyip konuyu edebiyat üzerinden açmasaydım keşke. Yazdığımdan bir medet umup size bunu anlatmasaydım.

Zaten beş para etmez yazdıklarım. Hem size bir şey söyleyeyim mi? İnanır mısınız neredeyse kendim yazıp, yazdıklarımı da kendim okuyorum. Böyle kendimce anlamlı, etrafımca ziyadesiyle anlamsız bir kısır döngünün içinde debelenip duruyorum. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Konuşacak bir şey bulamayınca konuyu reklamlar üzerinden açmamızdı. Ve işte o zaman biz tamamen tükendik. İlginizi çekemediğim için affedin beni. Ama ben sizi çok merak ediyorum. Keşke bu kendimi rahat hissetmediğim yere gelmeseydik. Aslında buraya gelmeden önce bana bunu sormuştunuz. Keşke biraz cesaretim olsaydı ve ağırlığımı koyabilseydim de, ben orayı sevmiyorum başka bir yere gidelim, diye bir cümle çıksaydı ağzımdan. Bu sefer de sizin ne tepki vereceğinizi hesap etmek devreye girecekti. Tam ben bunları düşünürken bana aşağılayıcı gözlerle bakabilirdiniz ki buna hakkınız da yok değil. Evet şuan ağzımdan hiç istemediğim şeyler çıkıyor. Oysa ben böyle planlamamıştım bu randevuyu. Ya da ben sizinle bir randevu hayalini sanırım seksenli yılların o naif sıcaklığıyla pekiştirmiştim.

Önce bir demet papatya olmalıydı elimde, yoo hayır kesinlikle lale olmalıydı elimdekiler. Ah görüyor musunuz, seksenler deyince birden aklım orada kaldı. Lale asla olmaz, zira bu sıralar bu güzelim kent lalelerle dolu değil mi? Zambak olsa? Hayır o da olmaz çünkü zambağı en son bir şiirimde kullandım, tahmin ediyorum ki ikinci bir kullanma hakkı vermezler bana. En iyisi papatya galiba, -tamam siz de bunu uygun gördünüz sanırım, gülümsediğinize göre- evet papatyalarla beraber sizi Üsküdar iskelesinde karşılıyorum. Ve birden bir şey oluyor, nasıl oluyor ben de anlamıyorum, el ele Fethi Paşa’ya kadar çıkıyoruz sizinle. Sonra o muhafazakâr kafeye giriyoruz. Ama yine seksenlerdeyiz, bakmayın kafe dediğime. Siz girişteki hadisleri okuyunca biraz korkuyorsunuz. Olsun korkun, bundan bir şey çıkmaz. Çünkü korkmak insanın yaşadığının göstergesidir. Tüm bunların üzerine sağımızda Çamlıca, ortamızda boğaz ve hemen başımızın üzerindeki köprüyü görünce korkunuz biraz olsun hafifliyor. Ve birden konuşmaya başlıyorsunuz.

“İnanın sizden hiçbir şey anlatmanızı istemiyorum. Sadece sizi izlemem kâfi. Zaten öyle bir yere geldik ki, konuşmak pek faydasız olacak gibi.”

“Hiç faydasız olur mu konuşmak efendim ama siz öyle diyorsanız bir müddet susalım. ”

“Neredeyse iki saat civarında hiçbir şey söylemeden, birbirimize ve manzaraya bakarak sustuk. Biz susarken efendim, boğazdan küçüklü büyüklü tam yirmi yedi tane deniz aracı geçti.”

“Deniz aracı derken neyi kastediyorsunuz?”

“Bildiğiniz gemi-vapur-tekne-sandal işte canım, başka ne olacak.”

“Farkındaysanız bana canım dediniz. Bunun için önce izin almanız gerekmez miydi?”

“Ah, evet bunun için size danışmam gerekirdi. Ama bazı cümleler hatta kelimeler anın büyüsüne kapılırken bizden yani kullanan kişiden ne yazık ki izin almıyor.”

“Ne yani şimdide kelimelerin bizden habersiz hareket edebildiğini mi ima ediyorsunuz?”

“Aynen efendim bunu kastediyorum(Allah’ım böyle bir şeyin olabileceğini en azından sezen biri var karşımda ve bu inanılmaz. Lütfen bunu siz duymayın), kelimeler kimi zaman bizlerden bağımsız hareket edebiliyorlar. Neyse bunu fazla uzatmayalım. Bu mekân biraz muhafazakâr, sizi rahatsız etmiyor değil mi?”

“Hayır, neden etsin ki? Ben asla insanları kategorize etmiyorum.”

“(Kategorize demeyin efendim, seksenlerde bu kelime eminim ki pek kullanılmazdı, oyunu bozmayın lütfen ve bu düşündüklerimi de rica ediyorum duymayın. Konumuza dönelim hemen. Heh ne diyorduk, insanları gruplara ayırmamak. Keşke ben de bunu becerebilsem efendim, keşke ben de insanları benden yana olanlar ve olmayanlar olarak ayırmasam, benden yana pek kimse olmadığı için, ben ve haricimdekiler desek sanırım daha iyi olur. Keşke kelimelerimi kullanırken, o kesim anlar bu kesim anlamaz diye düşünmesem. Keşke beni yalnız bırakanlara karşı, az önce aynen sizin yaptığınız gibi bir soğukkanlılıkla kin ve nefret duymasam. Keşke insanları ezilenler ve ezenler diye ikiye ayırmasam. Keşke ezenlerin hepsini tek tek parçalamak istemesem. Keşke beni aşağılayanlara karşı aşağılık planlar kurup onları süründürmek istemesem…)”

“Ah evet ben de asla insanları ayırmam efendim, bakın bir ortak özelliğimiz daha çıktı.”

“Bana yalan söylüyormuşsunuz gibi geldi bayım nedense.”

“(Evet yalan söylüyorum. Hem de her gün yalan söylüyorum. Kendimi korumak için söylüyorum belki de. Mesela bir yere davet edildiğimde işim var diyorum. Çünkü daha fazla onların çirkin sohbetlerine dahil olmak istemiyorum. Modernlikten, teknolojiden, seksten, danstan, dağıtmaktan bahsediyorlar. Ben hepsini toplamak için yalan söylüyorum efendim. Ve Tanrı bu konuda ne düşünür bunu bilmiyorum. Ve inanır mısınız bu beni mahvediyor.)”

“Tamam işte şimdi gözleriniz sanki doğru söylemeye başladı bayım. Ama dilinize dikkat edin lütfen…”

“Belki sizin beni toparlamanızla dilime hakim olabilirim ama içimdeki sese hakim olabileceğimi düşünmüyorum efendim. Çünkü  benden bağımsız hareket ediyor. Yani anlayacağınız yalan söylemiyor. Ve o kadar şeffaf ki bu ses, kimi zaman içinde olduğu bütünlüğü yıkarken, kimi zaman da yalan ve madde üzerine kurulacak bütünlüğün oluşmasına engel oluyor. Ve bu sizi ister istemez dünyanın en yalnız insanı yapabiliyor. Zaten duymuyorsunuz ama belki hissedersiniz(böyle bir şey mümkün mü hiç bilmiyorum), siz benim iç sesime kulak asmayın lütfen.”

“Demek benim sizi toparlayacağımı düşünüyorsunuz. Ya tamamen dağıtırsam sizi? Buna da engel olur mu iç sesiniz?”

“Ben dağılmaya alışkınım efendim. Zaten üç beş güne dağılmazsam bir şeylerin yolunda gittiğine inanmak geliyor içimden. Ki bu çok zor. Niye derseniz en başta memleketin haline bakmamız yeterli olacaktır. Siz hiç bu memlekette üç beş gün boyunca herhangi bir kaos yaşanmadığına şahit oldunuz mu? Düşünmeyiniz efendim, lütfen hemen cevap veriniz.”

“Olmadım…”

“İşte bu!”

“Neden sevindiniz?”

“Memleket için efendim, memleket için. En azından olanları görebilen bir kişiye daha rastladığımdan ötürü sevindim.”

İşte böyle olmalıydı sizle görüşmemiz efendim. Konuşmasak da susardık ne olacaktı yani? Ama öyle özenti ruhlara bürünmeyecektik. Belki de bundan kaybettik. Gittik İtalyan restoranlarına özümüzden uzak makarnalar yedik. Adını dahi doğru düzgün telaffuz edemezken üstelik. Neydi hadi hep beraber tekrarlayalım: ‘fetiçino alfiredo, fetiçino alfiredo, daha yüksek sesle: fetiçino alfiredo! Olmadı, yanlış söylüyorum değil mi? Mozzarella peynirli fetiçino alfiredo. İşte şimdi oldu. Gerçi sizin İngilizceniz vardı, güzel de telaffuz ediyordunuz. Ama ben makarnayı yarım bırakmıştım, adı hoştu güzel bir havası vardı ama tadı bana göre değildi. Siz hepsini bitirmiştiniz makarnanın, ben sosunu bile karıştırmayı unutmuştum. Çünkü bilmiyordum ki sosunun olduğunu, almıştım elime çatalı yemeğe çalışıyordum sadece. Her çatalı alışımda da acaba ağzım bulaşık olmuş mudur diye düşünürken bir taraftan da size ne söylesem de ilginizi çeksem diye düşünüyordum. Ben oraya ait değildim efendim. O masa bana uzaktı. Nasıl erirse mozzarella peyniri sıcak makarnanın üstünde, işte aynen böyle erimişti bizim de umutlarımız.

Yıldıray Karasu

İZDİHAM