3 Mart 2016

Yanlış Anlaşılmaların Romanı, Bir Son Duygusu

ile izdiham

Julian Barnes’ın Bir Son Duygusu Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. 
İngiliz edebiyatının medar-ı iftiharlarından Julian Barnes’ı Man Booker Ödülü’ne geç de olsa kavuşturan Bir Son Duygusu, katıksız bir düşünce romanı. Art alanını felsefenin doldurduğu romanların, dünya karşısında insanın varoluşunu ve yerini irdelemesiyle, özellikle entelektüel okur kitlesine seslendiğini de belirtmeli. Bir Son Duygusu’nun kendini vasatlıkla tanımlayan kahramanı Tony Webster’ın sık sık geçmişe döndüğü romanın ana sorunsalı ise bizatihi zaman.

Altmışlı yaşlarda, deyim yerindeyse ununu eleyip eleğini asmış bir karakter Webster. Hayatının bütün dönüm noktalarıyla bir biçimde helalleşmiş: Gençlik flörtleri, iyi başlayıp acı sonlanmış bir evlilik, fazla iniş çıkışı olmayan ortalama bir kariyer. Ara sıra görüşülen, kendi yuvasını kurmuş bir kızı ve torunları da var. Ne ki hayat insana sağ gösterip sol vurmakta şaşırtıcı bir maharet göstermez mi? Lise döneminde üç kişilik bir arkadaş grubunun üyesi olan Webster, aralarına katılan Adrian’ın, yaşına göre hayli olgun fikirlerinden çok etkilenir. Bu dönemde hayatına giren Veronica’yla ilişkilerini yürütemezler. Üniversite dönemi dört kafadarın yollarını ayırırken, Adrian’la Veronica yakınlaşır ve bir mektupla durumu Webster’a bildirirler. Bu doğrudan yaklaşıma, hayatının baharında düş kırıklığına uğrayan bir gencin öfkesiyle karşılık verir Webster. Camus’nün, yazarlığının ilk döneminde intiharın tek gerçek felsefi sorun olduğu iddiasından yola çıkan Barnes, olguyu belleğin güvenilmezliği, gençlik-yaşlılık gibi hayatî temalarla usulca genişletiyor.

 

Geçmişi eşelemek

Adrian’ın beklenmedik intiharıyla yollar bir daha kesişmemecesine ayrılmış gibidir. Gizemli bir vasiyetnameyle kırk yıl sonra eski defterler tekrar açılır. Adrian’ın bir günlüğü vardır ve bunu Tony Webster’a miras bırakan kişi tam anlamıyla bir sürprizdir. Webster kaçınılmaz olarak geçmişi eşelemeye başlar, çoğunlukla da Veronica’nın aile evinde kaldığı hafta sonunu düşünür. Bu hafta sonu Webster için kâbus gibi bir deneyim olmuştur. Sanki baştan beri genç adama horgörüyle yaklaşan Veronica’nın, burnu büyük ağabeyine dönüp Webster’ı işaret ederek başaracak değil mi diye soruşu, yıkıcı bir imge olarak kalır Webster’ın belleğinde. Sınıflar arası farkın ve imtiyazların fazlasıyla hissedildiği bir toplumda, daha varlıklı bir ailenin sofrasında bir kobay gibi hisseder kendini genç adam. Bu noktada bir düşünce romanında karşılaşabileceğimiz meseleler tüm görkemiyle yığılır önümüze. Barnes’ın son roman ve denemelerinde iyice içine gömüldüğü temalardır bunlar ve her nitelikli yazar gibi Barnes’ın da teorileri, soruları ve parlak yanıtları vardır: “Gençken, kendimiz için farklı gelecekler yaratırız, yaşlandığımızdaysa başkaları için farklı geçmişler uydururuz.” Webster, geçmişi farklı bir perspektifle yorumlamayı becerebildiğinde kendisine karşı bir serzeniş cümlesi kurmayı da başarabilecektir: “Kim incinmekten kaçınmış ve buna hayatta kalma yeteneği adını vermişti?”

Tony Webster’ın olaylar “tehlikeli” bir hal aldığında yaptığı şey, uzak kalmaktır. Böylelikle kendisini koruduğunu düşünür. Webster’da bir tür Bartleby Sendromu olduğu söylenebilir. Bilmemeyi, yapmamayı, mücadele etmemeyi, sormamayı tercih eder. Ne var ki bu sürekli gardını alış, Veronica’nın Webster’a sık sık yönelttiği katı, acımasız ama kuşkusuz doğru teşhisi de beraberinde getirecektir: “Anlamıyorsun işte. Hiçbir zaman anlamadın ve asla da anlamayacaksın!” Öte yandan Veronica’nın da Webster’ın ruh halini, sıkıntı ve açmazlarını anladığı söylenemez. Yanlış anlama ve yanlış anlaşılmaların karanlık gücü, kişisel ve tarihsel dramlara yol açıyor Bir Son Duygusu’nda.

Camus’nün Sisyphos Efsanesi’ndeki intihar temasından Proust’un dev roman külliyatındaki ‘kayıp zaman’a doğru yol alan Barnes, nesnel zaman/öznel zaman ikiliğini hayatın temel gerilimi olarak yorumlamış. İnsan hayatında zamanın göreceliği kadar bellek de güvenilmezdir. Anımsamak ve unutmak, romanda sıklıkla görüleceği gibi, insanın geçmişin kuyusunu eşeleyip yaptığı özenli bir seçim değil, sadece başına gelen trajik bir olgudur.

 

Fransız ateşiyle yanan İngiliz

Julian Barnes’ın Fransız kültürüne duyduğu yakınlık, kendi ülkesinde okurlarıyla arasında belli belirsiz bir gerilime yol açmıştır. Kendi kültürünün dışından gelen yapıtlara fazla iştahlı yaklaşmayan Fransızların Barnes’ı benimsemesi ise daha kolay gerçekleşti. İngiltere İngiltere’ye Karşı adlı parodi romanı, Barnes’ın kendi okuruyla barışma girişimi olarak okunabilir bugünden bakıldığında. Barnes dili kullanışıyla öne çıkan, üslupçu bir yazar değil. 10 Buçuk Bölümde Dünya Tarihi, Flaubert’in Papağanı, İngiltere İngiltere’ye Karşı gibi kurmacanın göz kamaştırdığı romanlara zaman zaman imza attıysa da, tıpkı Iris Murdoch gibi romanlarının düşünsel zenginliği, yazarın en güçlü yanı. Bu kendine özgülüğünden ötürü, bugün İngiltere’de sadık okuru kadar eserleriyle hiç ilgilenmeyen geniş bir okur kitlesi de var. Bütün bu gerilimli ilişkiler ağında Barnes’ın birkaç kez kapısından döndüğü Man Booker ödülünü nihayet (2011) alacağına zaten kesin gözüyle bakılıyordu. Bu sessiz uzlaşma birtakım tepkileri de beraberinde getirdi. The New York Times’ın gözüpek ve ortalığı karıştırmaktan ‘sabıkalı’ İngiliz yazarı, aynı zamanda romancı Geoff Dyer, Bir Son Duygusu’nu ortalama romanın mükemmel bir örneği olarak niteliyordu yazısında. Man Booker ödülünün daha önce çok daha kötü kitaplara verildiğini söyleyerek, Barnes seçiminin her şeye rağmen makul olduğunu belirtmesiyle bir salvo da jüri üyelerine savurduğu söylenebilir. Dyer’ın yazısı, bu yıl ikinci kez düzenlenen “Yılın En İyi Acımasız Eleştirisi Yarışması”nın geçen yılki adayları arasındaydı.

Bununla birlikte Dyer’la hemfikir değilim. Bir Son Duyg-usu’nun, Barnes’ın en başarılı romanları arasında olduğunu düşünüyorum. Belki bir parça soğuk bulunabilecek mesafeli anlatımıyla bile okura kroşe üstüne kroşe indiren, derinlikli bir roman kaleme almış Julian Barnes.

 

 

 

 

 Kitap Ayrıntı Yayınları’ndan, Ocak 2013’te çıktı. 

Ömer Ayhan, kitap zamanı

İzdiham