5 Nisan 2022

Vüs’at O. Bener, İlki

ile izdiham

İstasyon gerilerde kaldı. Büyük, yoğun, taş. Puslu ışıkları yaygın. Acı soğuk. Atların nalları buzları kırıyordu. Sokak lambaları ölü ölü mat aydınlıkta. Ayak parmaklarım sızlıyordu, dizlerim donuyordu. Ağaçlar çıplak, donuk, katı. Şehir tortoptu, dumansızdı, büzülmüştü. Mangallarda kıvılcımlar bile sönmek üzeredir. Üstlerini örten kül çoktan soğumuştur. Odalar soluk kokuyordu. Ağır, kekre. Kirpik diplerinde, göz uçlarında sarı, ak çapaklar birikmiştir. Çenelerim birbirine vuruyordu. Atların sırtı buğulanıyor, arabacının buğulu soluğuna karışıyordu. Parmaklarımı yadırgıyordum, nemli, ılık ağzımda. Şehri yabancılıyordum. Lisenin önünden geçtik. Bir yıl olmamıştı ayrılalı. Babamla bu yoldan dönmüştük, kan ter içinde. Annemi geride bıraktığım istasyondan yolcu etmiştik.

Annem sık sık içini çekerdi. Hep ağladığı sanılabilirdi. ‘”Erkekler ağlamaz,” demişti, babam. Ağlamamıştım. Annem istemiyordu. Zayıfmışım, yapamazmışım. Olsa olsa öğretmen olabilirmişim. Savaşa gidiyormuşçasına ürkek, ama güçlü görünmek zorunda saymıştım kendimi. Onu yüreklendirmeye çalışmıştım. Babam onu bir vakit için uzaklaştırmıştı yanımızdan. Gereksiz yere ağlıyordu. Çok ağlıyordu. Sicim gibi yaşlar iniyordu gözlerinden. Saklamıyordu. Bağırmamıştı da. Vagon kaymıştı yavaşça önümüzden, daha hızlandığını anlamadan silinip gitmişti. Sonra babamla tepemizde güneş, yakıcı güneş, yürüyerek dönmüştük. Babam koluma girmişti. Babam! Şimdi dönüyordum işte. Önceleri bitmek bilmeyen aylardan sonra. Babamın tütün kokan ellerini öpecektim. Babamın elleri sıcaktı. Başparmağının avuç içindeki bölüntüsü nar gibi kırmızıydı. Küçükken karnım ağrıyınca çabucak üşüyüverir, sancılanır, durmadan ağlarmışım, kocaman elini karnıma kor komaz susarmışım. Kızdırılmış tuğla gibi sımsıcaktı babamın elleri. Döverdi de beni. Kinlenirdim. Onu bir gün dövebileceğimi tasarlar, avunurdum. Saptı araba. Saçaklarda boy boy, uçları sipsivri buzlar sarkıyor. Parmaklarımı hafifçe dişliyordum. Parmaklarım duygusuz! Atlar öksürüyordu. Çarşı Camii’nin minaresi delip geçmişti mor soğukluğu. Arabanın fenerleri çizik çizikti. Lambanın kızarık aydınlığı gözlerimi sulandırıyordu. Teller ışıyordu. Üzerlerinde küçücük karaltılar sezinliyordum. Serçeler, leke leke, kıvrık pençeleriyle asılakalmış olmalılardı. Atlar birden durdu. Arabacı körükten içeri eğildi: “Geldik.” Arabacının suratı kabuk bağlamış, ışık vurmuştu gözbebeklerine. İçi çatlamış, üstü cam cam parlıyordu gözbebeklerinin. Bıyıkları dikelmiş, sertli.

Bavulum elimde. Ipıssız sokakta, ortada kaldım. Tekerlekler, atlar göçük sesler çıkararak uzaklaştılar hızla. Yok oldular. Bir yumuşaklığa dalıvermiş gibi. Sesler hiç yankılanmadı. Evler, duvarlar kaskatıydı. Çinko oluklar, çatılan kristal parıltılarla çevreliyordu. Ortalıkta bir köpek bile yoktu. Ipıssızdı her yan. Orada çömeldim. Bu evin tokmağı böyle el biçiminde miydi? Tunçtu el. Kara binektaşı burada mıydı? Bilye çukurlarımızı doldurmuşlar. Duvar boyunu yokladım. Kardeşimin başını bu sokakta yarmışlardı. Kan izleri yok olmuş. Çember izlerimiz yok. Bizim evin kapısı pürüzlüydü. Boyanmış. Kül rengi ya da yeşil. Soğuk. Budak yerleri vardı. Budağın birini ben çıkarmıştım. Sokaktan gelip geçenlere su püskürtürdüm oradan. Babam aşık oynamamı yasaklamıştı. Karınlarına kurşun dökülü, kınalı, mavili, yeşilli, benek benek, şarap rengi âşıklar. Kemiğin çıkardığı tok ses. Ne kadar aşığım varsa, bir sepet doluşuydu, hepsini yakmıştı. Evin içi pis pis, yanık kemik kokmuştu. Jandarma Kumandanı’nın oğlu ne yapıyor acaba? Fenerlerimize pil çalmaya kalkışmıştık, yakalanmıştık. Kapıya kulağımı dayadım. Çeşmenin şırıltısı duyulmuyor. Donmuş demek. Donmuştur. Pencereler karanlık. Geleceğimi bilmiyorlardı. Koğuşlarda yatılan, tiz zil sesleriyle sınıflarına girilen okuldan ilk günler kaçmak istemiştim. Ama büyümüştüm artık. Annem kolları uzun, üstüme iyice oturmayan elbisemin içinde beni koskocaman görünce kim bilir nasıl şaşıracaktı. Karşı komşunun camları yönü belirsiz bir ışımayı yansıtıyordu. El biçimi tokmağı tutup kaldırdım. Tunç ellerime yapıştı. Soğukluğu içimi üşüttü, indirdim. Sıyırdım parmaklarımı. Tok, kuru bir ses çıktı. Bir köpek bile yoktu sokakta. Bir inilti bile duyulmuyordu. Bekledim. Tokmak şehrin tüm kapılarına vurulmuş gibiydi. Tüm evlerin buzlu camlarında birer mum ışığının büyüyeceğini, titreyip gerineceğini bekliyor gibiydim. Tüm şehri çekirdeğine çekilmiş sıcaklıklarından ayıracaktım. Bizim evin camlarında bir ışık dolandı. Bir gölge perdeyi aralayıp kaygıyla sokağı gözetledi. Yüzünü görememiştim. Annemdi ama! Düz saçlarını, dümdüz, telleri kaim, kestane saçlarını ayırdedebildiğimi sanıyordum. Merdivenin başına gelmişti şimdi. Orada duruyordu. Korkulu. Sessizliği dinliyordu. Sessizlik çatlamıyordu. Sokak araları, odaların boşlukları, yer, gök katılmıştı. Çocuğunu kaçırmışlardı. Ölüsünü, karlara belenmiş, ağzından daha kan sızan sıcak bedenini, küçücük bedenini getirip kapı önüne alıvermişlerdi! İz bile bırakmayan apak, çıplak, enli ayaklar ortadan savuşmuşlardı. Kapının önünde çocuğunun oluşu. Geri gelen çocuğu. Bağırmak istemişti. Sesi çıkmıyordu. Ilınıyordu içi. Eziliyordu. Dizleri kesiliyordu. Üşüyordu. Dilinmiş gibiydi derileri. Ovdu gerçekten. Kapıdaki. Oğlu. Boylu boyunca. “Oğlum!”

Duymuştum. Bağırarak: “Benim, korkma anne, aç!” dedim. Yüreği birden durmuş da damarları boşalıyormuş gibi olmuş, merdivenlere atılmış. Ağlamıyordu. Tıkanıyordu. Lamba eğrilmişti. Camı isleniyordu. Lambayı yere bırakmamıştı. Başımı bir eliyle düz, zayıf göğsüne sımsıkı bastırıyordu bilmeden, bütün gücüyle. Bunalmıştım. Pürüzlü parmaklarını kör kör yanaklarımdan geçiriyordu. Birdenbire annemden daha da çok çekindiğim sanısına kapılmıştım. Kaygılı gözlerinden korktuğum kadındı gene o. Cieñe o tuhaf, dayanılmayacak denli sevgiyle dolu üsteleyen bakışlarla yüzüme dalıp giden kadın. “Hadi anne, donduk,” demiştim. “İnan canım artık. Gördün ya!” O daha söyleniyordu, yüreğine indirmeyi kurmuş olmalıydım.

Uyanmışlardı babamla kardeşim de. Kapı açıktı. Orada, eşikte dikildim. Sarkan, lacivert elbiselerimle dimdik. Bavulum sağ elimde. Kasketim hafifçe sola yatık. Babam yatağında doğrulmuştu. Öteki, şaşkın, kamaşık bakan çocuk… Kocamandı başı. Sarıydı. Saçsızdı. Kirpiksizdi. İpince boynunun üzerinde zor tutabiliyor gibiydi başını. Yalnız, değirmi, iri, balrengi gözler. Sırıtır gibiydi. Ağzı aralıktı. Kararmış, seyrek, küçük dişleri sivri sivri görünüyordu. Birden boğazım kurudu. Ağlamaklı oldum. Sokakta bulunmuş bir çocuk zavallılığıyla küskündü duruşu!

Babamın saçları seyrelmişti. Daha çok kırlaşmıştı. O çocuk yatak odasına bitişik küçük sandık odasından çıkmıştı. Bir vakitler ben de orada, onunla yatardım. Odaya sinmiş paslı soluk kokusu, yanık limon kabuğu, marsık kokusu yüzüme çarpmıştı birden. Döşeme sallanmıştı. Annem övüntülü: “Bak geldi!” demişti. Sıkılarak yüzüne bakmıştım. Burnu biraz daha kızarmıştı. Yanakları sarıydı. Babamın altın dişi yoktu ağzında. Üst köpek dişi teneke teneke ışıldıyor. Yeni yaptırmış demek. “Gel bakalım delikanlı!” demişti. Duraksayarak yürümüştüm. O çocuğun ağzının karanlık çukuru üzerimdeydi. Ağlayacaktım. Babamın pijama ceketinin düğmeleri çözüktü. Fanilasının da. Çiğ, ak teni görünüyordu. Boynunu kasıyordu ikide bir. Kocaman eli boşlukta. Eğilip öpmüştüm. Soğuktu eli, zayıftı. Tütün kokmuyordu. Kirpiksiz, karanlık, çukurda gözlerinin kenarında birikmiş sarı çapaklar vardı. Yanakları saydam gibiydi. Sarkmıştı. Annem: “Öpsene ağabeyinin elini!” demişti, o çocuğa. Bulaşık bir hayranlıkla iki elimi birden kavrayıp alnına götürmüştü. Sonra karşıma geçip durmuştu. Elbiselerime bakıyordu. Omuzlanma, geniş paçalı pantolonuma, kocaman ayakkabılarıma, oğulmuş, parlatılmış, dökme demirden işaretlerime bakıyordu. Şapkam daha başımdaydı. Ansızın çekip aldı. Parlak siperliğini okşamaya koyuldu. Sıkılıyordum. Babam: “Nasıl oldu bu böyle?” diye sormuştu, anlatıyordum. Annem sobaya odun atıyordu. Arada söze karışıyor. Saklambaç oyunlarında dolaba kapandığımız Necla’dan söz açılsa diye içim gidiyordu. Dilimin ucuna dek geliyordu sormak. Gene de dilim elvermiyordu. Ayıp olur, ayıp, sormayayım. Birden bavulumu yakaladım, kapağını açtım, şeker kutusunu ortaya çıkardım. “Lokum severdiniz siz baba!” Sevinir gibi açıldı yüzü.

Sonra öyle kendiliğinden: “Sigarayı bıraktınız mı?” diye sormuştum. “Yook!” demişti. Şaşırıyordum. Ayrılırken babamın ellerini koklarcasına öpmüştüm. İçime sindirmiştim kokusunu, tütün kokusunu, sıcaklığını. Ertesi gün bayramdı. Birazdan gene öpmem gerekecekti ellerini. Bu kez iyice koklayayım, diye düşünmüştüm. Belki şaşkınlıktandı, heyecandandı ellerinin kokusunu alamayışım. Sonra kardeşime dönüp: “Bak sana da ne getirdim!” demiştim. Bana beğenmedi gibi geldiydi. Toptu. Renkli, büyücek, lastik bir top.

Soba gürüldüyordu. Gevşemiştim. Çaydanlık cızırdıyordu. Pencere çıtaları sisten sıyrılırcasına ortaya çıkıyordu. Yerdeki kilimi yeni almışlar. “Duvar saatimize ne oldu?” demiştim. Satmışlar. Alışıktım yumuşak vurgularına saat başlarında. O ara onu kucaklamadığımı anımsamıştım. Ben onu bisikletin kadrosuna bindirir, elime geçen parayı bisiklet kiralamaya verirdim, uzak yollara götürürdüm. Dolu dolu ağlayışına dayanamazdım. Sinirlenip, ağzını burnunu kanata kanata dövdüğümü tasarlamıştım çabucak, boğulacak gibi olmuştum, topu beğenmemesine üzülmüştüm. Eskiden olsa döverdim onu belki. Bağırırdım ona. Onu trapezden düşürdüğümü ipleri tavan kirişlerine bağlı, kalın bir sopa, buydu benim trapezim. Sanırım daha söylememişti. Burnundan kan boşanmıştı. Evde kimse yoktu. Döşemeye göllenmişti kan. Başını çeşmenin altına sokuvermiştim. Jandarma Kumandanı’nın oğlu ile pil çalmaya yeltendiğimiz gün o da vardı yanımızda. Dükkân sahibi kimin çocukları olduğumuzu sorup, daha çok onun babasının yüzü suyu hürmetine, bizi bir iyice korkuttuktan sonra salıvermişti. Her şeyi anlamıştı o! Ama babama söylememişti. “Söylersen öldürürüm!” demiştim. Ona yaptığım eziyetleri utançla, bir bir anımsıyordum. Annemle babamın bizi eve kapatıp gezmeye gittikleri geceler, suratımı ezip büzerek, çirkin sesler çıkararak onu nasıl korkuttuğumu, onun nasıl haykıra haykıra odadan sofaya, sofadan merdivenlere kendini dar attığını anımsıyordum. “Küçük” diyordum, zavallı küçük. Bir de petit takılmıştı dilime! Petit dedikçe, daha bir rahat, azapsız, doğru, yalındım sanki. Çay demlenmişti. Sobanın üzerindeki ibrikten buğu doluyordu odaya. Camlar iyice ağarmıştı. Bardaklar soğuk soğuk parlıyordu. Babam yataktan çıkmış, sedire oturmuştu. Lambanın fitili kızarıyordu.

Annemi hep o vagon penceresinin gerisinde ufalmış haliyle, ak, büyük mendiliyle görüyordum. Annem yaşlanmış! Ben ne çabuk büyümüşüm! Şununla ben nasıl olmuş da oynamışım! Sonra babamla, bir yokuşu, bir fayton içinde, yeniden çıkıyorduk. Babam beni okula bırakıyordu. Kalın, çulaki, kapalı elbiselerin içinde. Ayrılırken bıyıkları gözüme girmişti. Okulun avlusunu çeviren demir parmaklıkların gerisinden onun el sallayarak gidişini görüyordum. Arkasından: “Baba! Beni burada bırakma!” diye bağırmak işlemiştim. Her adım attıkça: “Baba!” diyeceğim geliyordu. O uzaklaşıyordu, kara, bol ceketinin eteklerini savurarak. Uzun boyu gitgide ufalıyordu. O gün: “Sağ gözüm seyriyor, hayırdır inşallah!” demişti.

“Koskoca adam olmuş bizimki değil mi hanım?” Gülüyor. Sarhoşluğunun iyi zamanlarında ağzıyla Tatyos Efendi’nin rast peşrevi’ni söylerdi, ben kaşıkla tempo tutardım. Sesi kalın, gür, tatlıydı.

Şimdi kötü kötü öksürüyor. Ona rakı içirirdi. “Bu koca kafalı sarı içsin! O büyük adam olacak. Sen bana çekmişsin, bencileyin sersemin birisin, senin başından tokmak eksilmemeli…” derdi. İçlenirdim. Helalara kapanıp ağlardım. Bir kez de tüy bitsin diye onun cilet makinesiyle göğsümü kazırken yakalamıştı beni. Çok dövmüştü.

Sedirde bir bacağını dikip, uzaklara dalan babamın fanilasından gözüken göğsüne bakmıştım, tek tük kıllar. Boynunun derileri kırışmış. Bir kadın gövdesi gibi aktı gövdesi. Hamama götürdüğü gün görmüştüm, sırtında kırmızı, kurumuş sivilce izleri vardı. Annemin: “Tüysüz erkekler merhametsiz olur”, dediğini anımsamıştım. Sonra kavgalarını. Günlerce konuşmazlardı.

Ben arada elçilik yapardım. Babam avurtlarının içinden homurdanırdı. Kendi kendine konuşurdu. Gene dargın oldukları bir gün, aralık duran kapıdan onu gözetlemiştim. Kaşını, gözünü oynatarak, mırıltıyla bir şeyler soruyor, cevaplar veriyordu. Kırgındı. Kırgın gülüyordu. Bir şeylerden iğrenir gibiydi suratı. Eğri gülüyordu.

Beni okula bırakmadan bir gün önceki hali daha garipti. Sinsice neşeli gibi. Bir gün önce Temenyeri’ne gitmiştik. Çimenlerin üzerine oturmuştuk. Sigarasını yakmıştı. Yüzü asıktı. Önemli saydığı şeylerden söz açacağı zamanlardaki tavrını takınmıştı. Çekingen, konuşmasını bekliyordum. Bu kez hemen başlamadı. Uzun uzun düşünür göründü. Neden sonra: “Sana bugün şöyle böyle bildiğin şeyleri anlatmam lazım geliyor da…” demişti. Önceleri oldukça gizli kapaklı anlatıyor gibiydi, ama sonra birden açılmıştı. Açık açık: Buna “şu” derler, diyordu. Şöyle şöyle olur. Başımı önüme eğmiş dinliyordum. Arada bir kaçamak bakışlarla onıı gözlüyordum; ağırbaşlı denebilirdi, ama birden de gülüverecekmiş gibi. Gözleri yumuşak, mavimsi, parıltılı. Gözlerinin parıltısı acayip, dudakları ıslak. “Bunları başkalarından Öğrenip kötü yollara sapacağına…” diyordu. Gırtlağının iri çıkıntısından alamıyordum gözlerimi.

Annem bardaklarımızı bir daha doldurdu. Çay kıpkırmızıydı. Sıcaktı. Ellerimi yakıyordu. Çayımı çabuk çabuk, içimi yaka yaka içmiştim. İçim gene de hafifçe bulantılıydı. Sarı çocuk yanı başındaki topu arada eline alıyor, isteksizce evirip çeviriyordu.

Bir yandan ilgisiz görünerek gözlerini benden yana kaydırıyor. Pek göz göze gelmemeye çalışıyordum. Bir ara bana “ağabey” demediğini, benim de daha onu adıyla çağırmadığımı düşünmüştüm. Sonra o: “Bak” demişti, “bunları ben yazdım.” Yazısı çarpık çurpuktu. Kafasını nasıl tutabiliyor diye tasayla yüzüne bakıyordum. Bacakları ip incecikti. Diz kapakları sivri, esmer. İçimden gene petit demiştim. Kolunu tutmak istemiştim. Kaçınır gibi yapmıştı galiba. Duvarda dedemin büyütülmüş bir fotoğrafı asılıydı. Eskiden yoktu. Ona dikmiştim gözlerimi. Kızdığı bir gün yüzüme tükürmüştü. O yavaşça yanıma sokulmuştu. Elinde topu. “Dedem öldü”, demişti. Gözleri dolu. Kocaman başını okşadım. Ses çıkarmadı. Horoz sesleri bekliyordum. Sokaktan demir tekerlekli bir araba geçti. Çapraz, cılız, soluk bir güneş odaya süzüldü. Annem: “Dayın da ağır” dedi, “sana yazmadık.”

Vüs’at O. Bener

İZDİHAM