28 Mart 2019

Georges Perec, Uyuyan Adam’dan Yeni Çağı Okuyabilmek

ile izdiham

Perec, okurlarını ilk sayfadan itibaren metnine dahil etmeyi başarabilen, bunu da bir konu seçerek değil ifade gücündeki açıklıkla yapabilen ender yazarlardandır. Uyuyan Adam’ı sadece bu sebepten okusak yeridir: Yeni çağın hastalıklı tipini tanımak. Doğrudan okuyucuya hitap eden üslubu ilk sayfalardan itibaren bizi çeker ve kahramanla ortak özelliklerimiz olsun ya da olmasın hiç önemli değil, ortaya koyduğu tipi içeriden tanıma imkânı sağlar. Bir deneyim sahibi olacağımızı en baştan hissederiz.

Roman iki biçimde okunabilir: Yazarın hayatıyla paralel bir okuma yapmayı düşündüğümüz gibi metni elimizdeki tek şey sayarak da okuma yapmayı düşünebiliriz. Bu düşüncelerin kitaba başlamadan kafamızda dolaşmaları romanın otobiyografik olup olmadığı meselesidir. Herkes bu konuda bir fikir ortaya atmıştır. Bu tartışmaların bir fayda getirmeyeceğini düşünerek sadece metinle muhatap kalarak bir okuma yapmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum. Neden derseniz, Perec, karakterin kişisel tarihi hakkında roman boyu hiçbir bilgi vermiyor. Böyle bir çaba içine girmemesi elbet bir mesaj içerir. Belleksiz, anısız, tarihsiz modern bir karakter ortaya koymayı sadece kelimelerle başarır. Okuru metnin içine soktuğu andan itibaren bunun bir önemi kalmıyor. Karakteri bütün hatlarıyla şimdiki zamanda tanımış oluyoruz; doğrudan okura hitap edilen bir anlatım biçimi seçildiği için de her okur kendinde bir geçmiş ve kendine has hikâye bulmayı başarıyor. Bu belki de modern edebiyatta baştan sona etkisini bariz şekilde hissettirmiş freudyen psikolojiye bir darbe. Yazar bu tartışmayı okura bırakmış. Bende konuyu burada kapatıyor, sözü yazara bırakıyorum. Romanın her sayfası büyüleyici ama karakteri ve kitabın ruhunu en iyi yansıttığını düşündüğüm paragrafları sizlerle paylaşıyorum.

“Kımıldamıyorsun. Kımıldamayacaksın. Bir başkası, bir benzerin, senin hayaletimsi, işine düşkün bir eşin artık yapmadığın hareketleri, senin yerine, bir bir yapıyor belki: Kalkıyor, yıkanıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, çıkıyor. Onun merdivenlerde sekmesine, sokakta koşmasına, otobüse tam kalkarken yetişmesine, söylenen saatte nefes nefese, neşeyle salonun kapısına varmasına ses çıkarmıyorsun.”

“Seni rahatsız eden, seni duygulandıran, seni korkutan, ama bazen de coşturan şey başkalaşmanın aniliği değil, aksine, bunun bir değişim olmadığı, hiçbir şeyin değişmediği, -bunu ancak bugün bilsen de- öteden beri böyle olduğun duygusu, o belirsiz ve ezici duygu; çatlak aynadaki bu yüz senin yeni yüzün değil, maskeler düştü sadece, odanın sıcaklığı onları eritti, uyuşukluk onları yerinden söktü. Doğru yolun, güzel kanaatlerin maskeleri.”

“İşte bu yüzden ağaç senin gözünü kamaştırıyor, seni şaşırtıyor ya da dinlendiriyor; ağaç kabuğunun ve dalların, yaprakların bu sugötürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği yüzünden. Hiçbir zaman bir köpekle birlikte dolaşmamanda bu yüzden belki, çünkü köpek sana bakar, yalvarır, seninle konuşur. Minnetten yaşarmış gözleri, dayak yemiş köpek havaları, sevinçli köpek zıplayışları, ona, o aşağılık evcil hayvan statüsünü vermen için seni durmadan zorlar. Bir köpek karşısında yansız kalamazsın, bir insanın karşısında da öyle. Oysa bir ağaçla hiçbir zaman diyaloğa girmezsin.”
“En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü?”

“Yalnızsın. Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlıboya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.”

“Kayıtsızlığın ne başlangıcı vardır, ne de sonu; değişmez bir durumdur kayıtsızlık; bir ağırlık, hiçbir şeyin sarsamayacağı bir kıpırtısızlık, bir cansızlıktır. Dış dünyanın mesajları hala sinir merkezlerine ulaşıyor kuşkusuz, ama organizmanın bütününü tehlikeye atacak hiçbir toplu cevap özümlenir duruma gelebilecek gibi görünmüyor.”

“Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuar faresi gibi.”

“İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir.”

“Dibe ulaşmak hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine.”

“Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın.

Uzunca bir süre kendine sığınaklar kurup yıktın: düzen ya da eylemsizlik, başıboş sürüklenme ya da uyku, geceleyin devriye gezmeler, yansız anlar, gölgelerin ışıkların kaçışı. Daha uzun bir süre kendine yalan söylemeyi, kendini sersemleştirmeyi, kendi oyununa gelmeyi sürdürebilirsin belki. Ama oyun bitti. Dünya yerinden kıpırdamadı ve sen değişmedin. Kayıtsızlık seni farklı kılmadı.

Ölmedin. Delirmedin.

Felaketler yoktur, başka yerdedirler. Ufacık bir bela seni kurtarmaya yeterdi belki de: her şeyini kaybederdin, savunacak bir şeyin olurdu, ikna etmek için, duygulandırmak için söyleyecek sözcüklerin olurdu. Ama sen hasta bile değilsin. Ne gündüzlerin ne de gecelerin tehlikede, gözlerin görüyor, ellerin titremiyor, nabzın düzenli, kalbin çarpıyor. Eğer çirkin olsaydın, belki çirkinliğin gözalıcı olurdu, oysa çirkin bile değilsin, ne kambursun, ne kekeme, ne çolak, ne de kötürüm, topal bile değilsin.”

Evet, burada oldukça kısıtlı paylaştığım birbirinden güçlü ifade biçimlerinin bütün havasını roman boyu veriyor Perec. Romanın son paragrafını alıntılamadım çünkü yazarın yaptığı ters köşeyi anlayabilmek için kitabı okumak şart. İzlenen bütün sürecin düşüşünü daha sert ve acımasız yapabilmek için bizi her sayfada büyüler Perec.

Romanın aynı adla (Uyuyan Adam, Un homme qui dort -1974-) sinemaya uyarlanmış olduğunu da hatırlatmak isterim. Aynı heyecan ve ritim ancak bu şekilde beyaz perdeye yansıtılabilirdi.

Georges Perec, Uyuyan Adam, Çeviren: Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları

İZDİHAM