4 Şubat 2019

Ufuk Akbal, Levent Yılmaz’ın Son Şiir Kitabını Değerlendirdi

ile izdiham

Anlam Parçacıklarını Teğellemişler: Ada ile Brunik ya da Kötü Bir Afrika Replikası

Levent Yılmaz’ın son şiir kitabı “Ada ile Brunik” Şubat 2017’de okuyucuyla buluştu. Bu yazıyı yazmadan önce muhtelif vesilelerle muhtelif yerlerde hatırlattığım bazı hususları yine vurgulamalıyım. Şair hakkında Meram: Yeni Yol Fanzin’de daha önce bir fanzinin gerektirdiği hacmi fazlasıyla aşan etraflı bir atölye çalışması gerçekleştirmiş ve bu çalışmayı yönetmiştim. Son olarak Tezgah Fanzin’deki söyleşide Levent Yılmaz sevgim çevresinde gelişen “karakoyunluğumun” altını çizmiştim. Bunu güçlendiren son gelişme, bizatihi atölyeye katılan bir dostumun geçen hafta bu çalışmaya ilişkin, “enerjimizi daha iyi işlere ayırsaydık keşke” demesi oldu. Levent Yılmaz’ın son kitabı “Ada ile Brunik”i de önce kendisinden ödünç aldım, ardından temellük ettim. Bu yazıyı kaleme alırken beni ilk motive eden faktör de yine bu karakoyunluk duygusu oldu.

ada ile brunik ile ilgili görsel sonucu

Ada ile Brunik’in Afrika’yı mumla aratacak kadar zayıf bir kitap olduğunu birkaç yerden işitmiştim. K24 editörünün hatasıyla 4 farklı şiir olarak kamuya taksim ve takdim edilen parçalardan kitabın bütününe ilişkin bir fikir yürütmek mümkün değilse de, ilk izlenim de bu zayıflık algısını güçlendirir nitelikteydi. Ancak, mesele Levent Yılmaz’ın yeni şiir kitabıydı ya, biraz da bu iddiaları çürütmek için fermaya yatmış bekliyordum. Doğrusu, kitabı elime ilk aldığımda ve henüz ilk dizelerle birlikte iyi bir Levent Yılmaz kitabıyla karşı karşıya olduğum hissi ile dolsam da,  ne yazık ki, bu his kitabın henüz başından itibaren adım adım erimeye yattı.

*

Ada ile Brunik, iki yekpare şiirden oluşuyor. İlk şiir, “Ada Değildir”. İkincisi ise “Brunik Defteri”. Yekpare şiirlerin – ki ilki 27; ikincisi ise 36 sayfa- en temel meselelerinden biri “soluk”.  Şu sorularla baş başa kalınıyor; “Bunca uzun bir şiirin şairinin soluğu yetmiş mi, şiirini ve meselesini okuyucuya kesintisiz bir güçle aktarmaya?”. Sonda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim; soluk bazen “magnezyum alevi kadar” kısa ve aldatıcı anlarda güçlense de, şairin maratonun tamamında tıknefesliğe mahkum kaldığını görüyoruz.

İşbu magnezyum alevi kadar kısa anlardan birine kitabın ilk dizelerinde rastlıyor ve umutlanıyoruz. “Seni özleyen biri var burada/ şefkatli bir gök altında/ sesini/ o en eski dünyalardan gelen/ elma kokulu sesini özlüyor” (s.15). Buradan hem Afrika’daki “seninle yediğimiz ilk kavun gelir aklıma/ içim ısınır yüzüm güler”dizelerindeki gerçekten iç ısıtıcı lirik/pastoral dünyaya hem de onun da öncesine davet ediliyoruz. Yani “gergin bir yay ve içi boş bir saz olarak insanın en eski hikayesi, varlıkların birbirilerini sevebilme imkanı” olarak takdimde öne çıkan cümlelerde ifade edilen antropolojik desenlere.

levent yılmaz ile ilgili görsel sonucu
Levent Yılmaz

“Kalbi patlayan biri var burada/ eflatun bir gök altında”… ve “sana baktığında sadece güzellik gören bir oğlak”  (s.16); “dünya bize bir şey söylüyor galiba/ burada kabaran içimiz ve gelgitlerimizle/ ikimiz varız, yalnız ikimiz” (s.19) gibi dizelerde tesis edilen ve güçlü kitap Afrika’nın yarattığı iklimden kopulmadığını ispatlayan bu güç “ilk insanın hikayesine” ilişkin vaat edilenlere karşılık veriyor gibi gözükse de, sonrasında pek de öyle olmuyor ve vaat-performans mesafesi itibari ile Afrika’nın altında kalındığına şahit oluyoruz. Çoğu yerde, kötü bir Afrika replikası ile karşı karşıya kaldığımızı hissettiren dizeler bu gücü silip süpürüyor; “Deniz kıyısına vardığımızda koyunlarla/ kavun gibiydi güneş” (s.77); “mandalina kokan bir gök altında/ yabanmersinleri ve cevizlerin üzerinden/ bir bulut geçiyor, kar bulutu sanki (s.20)”. Bu dizelerin çok daha güçlülerini, daha kuvvetli bir poetik tasarım içerisinde Afrika’da okuduğumuzdan, burada yeniden ve daha zayıf bir şekilde üretilmiş halleriyle ikna edici olamadıklarını görüyoruz.

*

Ada Değildir’in öznesine ilişkin şu soruları sormak mümkün; Kim bu adam? Nereden konuşuyor? Burada ilk insanın kim olduğuna ve onun gündelik pratiklerinin şiirde karşılık buluşuna ilişkin spekülatif teşebbüslere, Tonyalı Balıkçılar çevresinde kopan haklı kıyamet nedeniyle prim vermeyeceğiz. Ancak, şunu sorabiliriz; bu özne “bir tepeden ovaya, denize, sonra da yanındaki kadına bakan ilk insan mı; faturalardan ve el mecbur seyahatlerden bıkmış bir literati mi yoksa?” Örneğin; “Hayatı ıskalamış bir herif var burada, hafif tombul” (s.17); “Çalışmanın yorduğu biri var burada/ aslında üzüm bağları arasında koşuşturmak/ şenlik ve gece ateşleriyle söyleşip/ eski zaman hanendeleri gibi açılıp sahilden/ arkasına hiç bakmak istemeyen” (s.21) dizelerinin yarattığı efekt, aslında o ilk insanın sesine ilişkin kurulmak istenen iklimi de zayıflatıyor. Bir diğer deyişle, buradaki öznenin dimağı, imajinasyonu, kozmoloji algısı bir ilk insan gibi işlemiyor ve bu gidiş-gelişler bir demistifikasyon yaratıyor. Belki de, mistifikasyon hiç tesis edilemiyor.

Oysa ki, Mesut Varlık hurriyet.com.tr’deki yazısında tam da bu gidip gelme halinden hareketle, “Levent Yılmaz’ın tarih ve güncel ile kurduğu bu ilişkinin apaçık hale geldiği ilk şiir kitabı” olarak niteliyor. Ona göre Yılmaz şiiri; bir aşktan diğerine, bir şehirden diğerine, bir toplumdan diğerine, bir zamandan bir diğerine geçişin şiirleri ve Levent Yılmaz’ın hep “geçiş” insanı olduğunu ilave ediyor[1]. Bana kalırsa burada övülen ve poetik anlamda bir şeyleri başardığı ima edilen geçiş hali, şiirin etrafında kurulan iddia ile karşılaştırıldığında şiirin başarısı değil, başarısızlığı olabilir ancak. Levent Yılmaz, aslında Afrika’da büyük başarıyla ulaştığı bu geçişe erişememesi nedeniyle Ada ile Brunik böyle güçsüz kalıyor.

Asuman Susam da, Levent Yılmaz’ın verimli tespitlere imkan tanımayan kitabından az sayıda tespit damıtmaya ve bunları teğellemeye- bu kritik fiile geri döneceğiz, çalışanlardan. K24’teki yazısında Levent Yılmaz’ın bu geçişliliğinin, “çalışmanın yorduğu modern bireyin tarih içerisindeki kuruluş hikayesine ışık tuttuğunu” söylerken, Yılmaz’ın yeryüzünün ve insanın hikayesini yeniden kurduğu gibi kocaman bir iddiayı masanın üzerine bırakıyor[2].

Bu özneye ilişkin bir iddia olarak elbette dillendirilebilir. Ancak, bu öznenin hangi poetik imkanlarla öne çıkartıldığını konuşmaya gelindiğinde, bu argümanlar laf kalabalığının ötesine gider mi? İşte burada, felsefi araştırmalar değil, bir şiir kitabından beklediğimiz poetik kudrete ilişkin soruşturmalar devreye giriyor.

*

Poetik kudretin yakalandığı yerler elbette var. “belki o zaman sevinebiliriz, taylar ve danalar gibi, gülerek / zıplayarak, inleyerek, sikişerek, gürcistanımızı bulmuş gibi” (s.32) dizeleri, bu kudretin tesis edildiği ve kitabın bütününde en sevdiğim dizelerin arasında.  Bu tesisatın sürdüğü ve gücün geri kazanıldığı az sayıdaki diğer yerler, öznenin kendisine başından geçenleri anlamak için sorular yönelttiği dizeler. Örneğin; “dünya mı böyle, ne zaman gitti güzellik, terk etti bizi?” (s.29); “Dünya tekerrürden mi ibaret? Eskiden, geçmişken/ ramak kalmıştı felakete/ korkmuştuk. Ya şimdi? /Ne yapacağız şimdi?” (s.47); “Otlar! Nasıl tanıyacağım sizi/ neye iyi gelirsiniz, nasıl bileceğim?” (s.49) ve “Ne yorar bizi, eski mi, dünya mı?/ Bir anda mı eskir yeni dünya?” (s.70). Yılmaz, bu sorular üzerinden yumuşak, şüpheci ve merhem tadında bir iklim oluşturabiliyor. Aslında, o çok övülen geçiş halinin başarıldığı yerler bana kalırsa buralar. Ancak, buralarda güç kazanıldığı anın hemen akabinde yitiriliyor.

Oysa ki, böyle verimli bir temada; yeryüzünün üzerindeki katbekatmanlaşmış şeyin henüz olmadığı/evreni sarmalamadığı bir durumda, ilk insanın gözleri, bir ovaya baktığında dikey zamanı/tarihi de görebilir. Bu yüzden belki de Yılmaz,“Tarihten Korkuyorum” der. Bunun için işte, güçlü bir lirik-pastoral teşebbüse/ya da lirik-pastoral özneyi tarif eden bir poetik güce ihtiyaç vardır. Burada akla, böyle bir pastoral-lirik iklim tesis etmek için, “seslerden hiç mi istifade edilemezdi?” diye sormak geliyor. Doğanın seslerinden insanın konuşmasına daha müzikli ses yelpazesinden (rüzgar, arı, yağmur vs.) ve dünyayı çevreleyen akustikten.

*

Peki başka neler sorulabilir, bu şiire? Afrika, Yaşar Kemal tarafından “görkemli bir yeni şiire bir temel” diye takdim edilmişti. Direkt, görkemli bir yeni şiir diye takdim edilse, cürüm bu kadar büyük olmazdı belki de. Ancak, bu şiirin bir şeylere temel teşkil edeceği/yani poetik bir gücünün var olduğu ile ilgili bir vaat içeriyor ve bu bir sonraki kitapta da hala kullanılıyorsa, burası eleştiri için verimli topraklardır. Örneğin; Ada Değildir bittiğinde elde birçok klişe dize ve oldukça kötü bir kapanış kalıyor. Buluşlu ve güzel duyuşlar içeren ifadelerin böyle uzun bir şiir içerisinde oranı oldukça düşük. Yüzlerce dize içerisinde en başta işaret ettiğimiz kısa ve aldatıcı diyebileceğimiz dizelerin sayısı bile o kadar azalıyor ki.. Bu yazıyı yazmak için kitabı gözden geçirirken, aldığım notların sayısının düştüğünü görüyorum. Bu durumda, soruyoruz, bu muydu “görkemli bir şiire yeni temel”?

Özellikle, iyi başlayan ve keçiboynuzu tadı veren Ada Değildir bittiğinde, şairin nefesinin yetmediğini görmekle kalmıyoruz, bizi kırka yakın sayfa yeni bir şiirin yani Brunik’in beklediğini görüyoruz. Soluk yetmediğinde de klişelere saplanmak makus talihe dönüşüyor. Şu dizeler örneğin; “bilememişi, bulamamış nerede ne yapar / mekanı değil, aynı zamanı paylaşmakmış aşk” (s.39). Evet, böyle kapanıyor Ada Değildir. Cımbızla iyi dize avcılığı yapılan ancak böyle kapanmaya mahkum şiirler. Ve lirik öznenin kıvraklığını iyiden iyiye yitirdiği ve klişelere düştüğü başka bazı dizeler “kavramanın da aşk olduğunu düşünen/ kırılgan biri/gözlerinin gözleri olmasını isteyen biri/ alevler içindeki şehir surlarının hemen dışında / çömelmiş, elleriyle yüzünü kapayan, utanan biri” (s.21). Susam’ın yazısında bundan daha kötü dizeler, bir felsefenin inşasını gerçekleştiriyormuş gibi takdim edilirken, Mesut Varlık’ın yazısında ise Levent Yılmaz şiiri, Türk şiirinin son yirmi beş yılına atılan raptiyeler olarak tasvir ediliyor. 

Brunik Defteri’ne geçtiğimizde de, bu harcıalem dizelerden yüzlercesine rastlıyoruz. “Tek imkan kaçmak/ tek hedef, artık neresiyse oraya varmak./ Geri dönmek fiili meydanlarda yakılıyordu/ Hayat dar mekanlara hapsedilirse dönüşürmüş/ Hayal, kısılmışlığın, çaresizliğin mahsulüymüş” (s.68). Ya da “Hayal güçleri körfezdeki suyun derinliği kadar/ Küçük şehir, dar sokaklar” (s.66). Bu ve benzeri birçok dizeden ötürü Ada Değildir ile karşılaştırıldığında Brunik Defteri çok daha cılız kalıyor. Üstelik, çok daha hacimli olmasına karşın bu böyle. Bu şiirde poetik gücün iyice elden ayaktan düştüğü, aceleye getirilmiş/ oysa tane tane sabırla dokunsa verimli olabilecek birçok pattern hercaice tüketiliyor. Bu şiirde, özgün kavramlar ve şiirsel güce rastlayamıyoruz.

Takat sorunu, Brunik Defteri’nde sona doğru görülür bir şey değil, Brunik Defteri şairinde takat hiç olmamış gibi. Yeni şeyler söylemeye gücü yok. İlk şiirde bir şekilde bulduğumuz buluşlu ve yüksek duyuşlu dizelerin sayısının burada iyice azaldığını görüyoruz. İlk şiirde müşteki olduğumuz takatsizlik, ikinci şiirde “beyhudeliğe” dönüşüyor. Sadece Ada Değildir’den oluşan bir şiir olsaydı, bu kadar kötü bir tatla kalkar mıydık sofradan, bilemiyorum. Okuyucu, bu şiirin Ada Değildir’i takiben neden var olduğunu sorgular ki; ben okuyucu – sorguluyorum. Bu şiirin neden var olduğu, Afrika’dan sonra neden böyle devam edildiği, bunun Afrika üzerine ne kattığını sorgulatan şiirler. Oysa ki, Mesut Varlık, bu sürekliliği reddedenlerden. Ona göre, Ada ile Brunik, Afrika’da okurları endişelendirecek kadar ayakları yerden kesilen imgelemin dünya topografyasına dönüşünü işaret ediyor ve yine Varlık, Ada ile Brunik’le birlikte Yılmaz şiirinde bir dönemin kapandığını rahatlıkla söyleyebileceğinin altını çiziyor.

*

Dönelim, görkemli bir yeni şiire temel iddiasına.. Brunik Defteri’nin son dizeleri, bu iddiayı maalesef ki, ziyadesiyle çürütüyor. “İsteme benden istediğimden başka şey istememi/ Hayatın çaresi mi var?” (s.82); “Bir gün söylenecek mi söylenemez olan?/ Daha fazla yazmakla mı kurtulur insan? / Delirir mi hiç yazmasa?” (s.83). Üzülerek söylenebilir ki, özellikle ikinci yekpare şiir, tam bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Tekrarlarsak, Afrika’dan sonra doğru yerde kapatılmamış olan Ada Değildir güçsüzlüğü ile öne çıkarken, Brunik Defteri ise Ada Değildir’de düşen çıtayı daha da aşağıya çekme talihsizliğini yaşıyor.

Aslında, Yılmaz’ın kendi dizeleri Ada ile Brunik’in genel atmosferini tanımlamakta oldukça mahir: “anlam parçacıklarını teğellemişler, renkler tutmuyor” (s.29) diyor ya, maalesef ki, Ada ile Brunik, suyu çekilmiş bir tropikal meyve ve yanlış ve takatsiz bir Afrika replikası olarak, anlam parçacıklarının teyellendiği ve renklerin tutmadığı büyük bir hayal kırıklığı ile kapanıyor.


[1] Mesut Varlık, “Şiirin günü dilhun, kendi zeyrek”, (Erişim): http://www.hurriyet.com.tr/siirin-gunu-dilhun-kendi-zeyrek-40419070

[2] Asuman Susam, “Hayat orada, şiir de”, (Erişim): http://t24.com.tr/k24/yazi/hayat-orada-siir-de,1127

Ufuk Akbal

İZDİHAM