9 Nisan 2019

Ufuk Akbal, Hayata Orijinal Zorluğunu İade Eden Bir Roman

ile izdiham

Viyana doğumlu, oyun yazarı ve romancı Robert Seethaler’in 2016 The Man Booker International finalistleri arasına giren romanı Bütün Bir Ömür için özel bir tanımlama geliştirilecekse o da “hayata orijinal zorluğunu iade eden bir roman” olmalı.

İstanbul son çeyrek yüzyılın en soğuk günlerini bir türlü geride bırakamıyor. Bazen kar, çoğu zaman ise duygularımıza çatı olan o boz bulanık hava, gündelik hayatımıza melankoli ya da hastalık olarak sokuluveriyor. Ancak, hastalık ve melankoli gibi es’ler, bir an içinden geçtiğimiz ya da yuvarlandığımız “şeyin” yani hayatın aslında ne olduğuna ve ne olması gerektiğine dair hızlıca görünen ve aynı hızla kaybolan ipuçları sunuyor. Bir an hisseder gibi oluyor, hakikatin kıyısından dönüyor ve gündelik gaile tarafından yeniden yutuluyoruz. Neyse ki kıyısından döndüğümüz şeyden bize bazı motifler kalıyor: Hayatın “ölüme bir adım olduğu” ve bu duyguyu tanıyarak bu dünyada derimiz yüzeylere sürtünmeden akmanın sağladığı “akış duygusu”.

Bütün Bir Ömür ile ilgili görsel sonucu

İşte, Bütün Bir Ömür de bin dokuz yüz otuz üç yılının bir şubat sabahı Andreas Egger’in Boynuz Hannes’i ölmeye yattığı kulübesinden kurtararak aşağıdaki kasabaya sırtında ulaştırmaya çalıştığı sahneyle açılıyor. Küçük yaşta annesini yitiren ve uzak akrabası zalim çiftçi Kranzstocker tarafından işlerine koşulmak üzere çiftliğe kabul edilen, bir ayağı topallayan ama fiziken çok güçlü ve çok çalışkan, içe kapalı ve kırılgan Egger’in o soğuk şubat sabahı sırtında kasabaya indirmek için mücadele ettiği Boynuz Hannes de bir an görünüp sonrasında “ölüme doğru” kayboluyor. Egger ise, Hannes’in henüz ölmemesini istiyor ve “daha değil” diyor. Ancak, Hannes kendini bırakıyor ve karların içerisinde kayboluyor. Onu kaybeden Egger ise, kasabada arada bir uğradığı lokantada sonradan eşi olacak Marie ile bir razı gelinmiş ve itiraz edilmemiş “akış içinde” tanışıyor.

Roman boyunca “ölümlülük” ve “akış” duygularının bir görünüp bir kayboluşunu Egger’in alabildiğine yalın dünyası üzerinden izleyebiliyoruz. Bu yalın dünyayı sağlayan en sıkı dekor ise Orta Avrupa’nın dağları ve vadileri oluyor. Hikâyede hem akış hem de ölümlülük duygularının bu kadar yalın ve güçlü bir şekilde verilebilmesinin nedeni de sanırım dağların “yaşıyor olduğu” hissi. Evet, romanda dağların hafızaları var: Nefes alır, uykuya dalar, kudretten düşer ve öfkelenirler. Bazen öfkeleri, Egger’in karısı Marie’yi alacak kadar da kabarır üstelik.

Peki Egger? Dağların ortasında kendine pay edilmiş kaderi müşteki olmadan yaşayan Egger, bu dünyadaki görevini bilir. Kendi toprak parçasının üstünde olabildiğince ileriye bakabilmek için bakışlarını kaldıracak, sözünde duracak ve Marie’yi koruyacaktır (s. 35).

Kranzstocker çiftliğinde poposu yukarı kalkmış vaziyette çiftçiden yediği dayaklara, çiftliğin en merhametli üyesi büyükanne öldüğünde, teleferik inşaatında işe başladığında, karısı Marie çığlar altında kaldığında, karısını alan dağlara karşı kendisini kalkınma denen makinenin önemli bir parçası olarak hissettiğinde, bir anda karar verip askere yazıldığında, Sibirya’da Ruslara yıllar sürecek bir esarete düştüğünde, savaştan döndüğünde kendisine artık modern ulaşım teknolojisinde yer kalmadığı için işsiz kaldığında, dağ gezilerine rehberlik yapmaya başladığında ve yıllar sonra kendisine zulmeden Kranzstocker’le karşılaştığında kaderi karşısındaki dindarca olmayan bu sakin ve uysal duruşu onu “hayatın orijinal zorluğunu iade eden” bir roman kahramanı yapıyor. Bu dünyadaki görevini bilen, bu dünyanın zorluğunu bilen bir kahraman.

“Orijinal” bir hayat zordur ve bu zorluğu beraberinde getirdiği güzelliklerle birlikte başından beri yüklenmiş olan Egger, kendisini çevreleyen dünyanın ıssızlık ve sessizliğinden kaynaklı, yeryüzünde kalan son insan ya da en azından vadideki son insan olduğu duygusunu kapılır (s. 60). Hayatı boyunca sadece Marie’ye âşık olmuş; sonrasında bu duygunun yakınından birkaç kez daha geçse de, çığın kendisinden aldığı Marie’nin aşkı ona tüm ömrü boyunca yetmiştir. Aslında Marie’ye, söz verdiği gibi iyi bakamamıştır. “Orijinal hayat” zordur ve bu zorluğu içkin olarak kabul eden Egger, kaderine bir kez daha rıza gösterir. Egger, dönüp baktığında hayatının yarısını çelik bir halata asılı geçirmiş gibi hisseder; gözleri toprakta ve küçük beyaz poposu tıpkı Kranzstocker çiftliğinde olduğu gibi gece göğüne uzanmıştır (s. 88).

Egger yetmiş dokuz yaşında, kendi için öngördüğü süreden daha fazla dayanmıştır ve bundan genel olarak memnundur. Çocukluğunu, savaşı ve çığı yaşamıştır. Diğer insanların zul addettiği en pespaye işleri sakınmadan yapmış, kayaları patlatarak delikler açmış, ağaç kesmiş, çelik halatlarla dağa gidip gelmiş, rehberlik yaptığı yıllarda insanları daha yakından tanımıştır. Kendini fuhşa, ayyaşlığa ya da başka bir kötü huya kaptırmamıştır. Bir ev inşa etmiştir. Rus yapımı tahta bir kasada gecelerce uyumuştur. Sevmiştir ve aşkın nelere kadir olduğunu deneyimlemiştir. İnsanın Ay’daki yürüyüşüne şahitlik etmiş ve Tanrı’ya hep inanmıştır. Bu nedenle ölümden korkmaz ve nereden geldiğini hatırlamadığı gibi, nereye gideceğini de bilmez ve dünyada geçirdiği süreye yırtık bir gülüş ve müstesna bir hayranlıkla bakar. Üstelik, nice badire atlattığı o topal ayağı, yani o odun parçası onu dünyada çok uzun süre taşımıştır ve ona karşı içi şükran duygusuyla doludur. O, hayatın orijinal zorluğunu yaşarken, en büyük yoldaşı olmuştur.

Egger muhasebesini sürdürür: Yaşamı boyunca diğer insanlar gibi onun da kendine ait düşünceleri ve hayalleri olmuş, bazılarını gerçekleştirmiş bazıları ise ona hediye edilmiştir. Çoğu ulaşılmaz kalmış, elde ettikleri ise çok zaman geçmeden elinden alınmıştır (s. 128). Egger başından geçenleri bir esrime ya da delirme gibi yaşamaz. Her ânının farkındadır. Wittgenstein’ca konuşursak; “dünya olup bitendir” ve Egger de bir gün kendisini ziyaret eden Marie’nin hayaletine Wittgensteinca konuşur: “O kadar çok şey var ki anlatacak. İnanamazsın Marie! Bütün bir ömür!” (s. 130)

Romanın sonunda bin dokuz yüz otuz üç yılının o şubat sabahı karların içinde kaybolan Boynuz Hannes’in artık çoktan turistikleşmiş kasabaya gelen gezgin bir grup tarafından buz tutmuş şekilde, yıllar sonra bulunduğunu görürüz. Yüzüne bir tebessümün yayıldığı keçi çobanının bir bacağı ise yoktur. Bir şubat gecesi ölen Egger’in cesedi de üç gün sonra soğuktan çok iyi korunmuş bir şekilde, postacı tarafından bulunur. Egger, belediye papazının neredeyse donduğu, buzlaşmış toprağın kazmayla kırıldığı bir törenle Marie’nin yanına defnedilir. Onunsa yanında bütün ömrü boyunca kendisine eşlik eden topal bir bacağı vardır. Her ikisi için de vakit dolmuş, razı gelinen kaderin sonuna gelinmiştir.

Ufuk Akbal, Kitapeki

İZDİHAM