10 Mart 2016

Theo Angelopoulos Sessizce Ayrıldı Aramızdan

ile izdihamdergi

Theo Angelopoulos bir motosiklet çarpması sonucu hayatını kaybetti.

Dünyaca ünlü Yunanlı film yönetmeni ve senarist Theo(doros) Angelopoulos (1935 – 24 Ocak 2012) Pire yakınlarında devam eden bir film çekimi sırasında, karşıdan karşıya geçerken, bir motosikletin çarpması sonucu öldü. Yunanistan’ın etkili gazetelerinden Kathimerini, kazaya yol açan aracın polise ait olduğu iddia edip, olayın şaibeli olabileceği ihtimalinini manşetten paylaştı.

Ustanın en çok izlenen, popülaritesi en yüksek filmleri olan ‘Ağlayan Çayır’ı, ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ü, ‘Ulis’in Bakışı’nı ve ‘Zamanın Tozu’nu sayısını unuttuğum kadar çok izledim.

Bu filmleri sayesinde beni (birçoğunu birazdan paylaşmaya çalışacağım çeşitli sebeplerle) derinden etkileyen yönetmeni, yazımın devamında anarken, sırf pratik olması hasebiyle, TA inisiyalini kullanacağım. Bu arada, aşağıdaki satırlar, şayet, bir aralar İstiklâl Caddesi ‘nin müzikal alâmet-i farikası haline gelen ve bu yüzden de kimilerince ‘Pera Cumhuriyeti Milli Marşı’ diye vasıflandırılan http://www.dailymotion.com/video/xeeh2t_to-vals-tou-gamou-eleni-karaindrou_music eşliğinde okunursa, metne çok uygun bir ambiyans oluşur diye de düşünmekteyim naçizane.

Son bir notu daha paylaşıyorum. Ölmeseydi şayet,TA, gelecek ay İstanbul’da olacaktı ve ben bu sırada bir punduna getirip tanışacaktım ustayla. Öyle plânlamıştım, lâkin, olmadı, olamadı işte…

Dedim ya, benim için çok özel biriydi TA. Bu yüzden de, alışılmış bir ölüm sonrası yas yazısı, kapsamlı bir ölüm ilânı, bir tür biyografi, ya da bir obituary gibi olmayacak yazım. TA’un, yukarıda da değindiğim gibi, her birini onlarca defa izlediğim 4 filminden bende kalan izlenimler, sezgiler, hissiyat olacak takip eden satırlarımı tayin ve tanzim edecek olan entiteler.

Son 40 yılda sektöre giren bütün kaliteli yönetmenleri bir şekilde etkilemeyi bilen TA, sinemasını kurarken, ismini saymayı unuttuğum diğer auteur’lerin yanısıra, bana kalırsa en çok Bergman, Tarkovsky, Antonioni, Kurosawa ve Fellini’den etkilenmiştir.

Tarih denen o büyük anlatıyı, Yunanlıların ve sosyalizmin geçmişiyle ilgili kısımları esas olmak üzere, bir ana tema halinde sürekli işledi. Bellek, hatıralar, hatırlamak TA’nın kovaladığı (yoksa onlar mı ustayı sürekli takip ediyorlardı?) diğer favori izleklerdendi.

Hayat, hayatımız dediğimiz o büyülü, o esrarengiz, o anlaşılmaz, o mucizevi ‘ŞEY’, aslında daha önce yaşadığımız bir hayattan unuttuklarımızı hatırlamak mıdır acaba? Yoksa, yoksa sakın bizler, bütün bir insanlık alemi; Olimpos dağının zirvesinde mukîm tanrılarla yarı tanrı titanların gördüğü düşlerdeki hayali, uçucu, gerçekliği olmayan karakterlerden mi ibaretiz?

Yolculuk, (ister gönüllü, ister gönülsüz yapılanından olsun, ister zihindeki anıları kovalasın, isterse de gerçek dünyadaki hakiki insanları izlesin) seyahat TA’nın bir diğer favori teması ve takıntısıydı. TA bütün yolculukların izini süren bir izci, bir ‘Stalker’di. Çocukluğa, hayatımızın o altın, o mes’ut, o neşeli çağına yapılan bir yolculuk; kaybettiğimiz ya da kovulduğumuz cennete, Aden Bahçesine yapılan bir yolculuk, sevgimizi kanıtlamak ve yurttaşlarımıza verdiğimiz sözleri yerine getirmek, yurdumuza karşı olan vazifelerimizi ifa etmek için yaptığımız yolculuk; bizi neredeyse ilâhi bir tutkuyla sevip de, yıllardır bıkmadan – usanmadan ve tabii ki ihaneti aklından bile geçirmeden (kaderini, kaderimizi örerek ?) bekleyen sevdiğimize kavuşmak için yaptığımız yolculuk; kendine, kendi belleğine yapılan yolculuk; hicretler; tehcirler; sürgünler…. Bütün bunlar TA’nın sorun ettiği unsurlardı.

Hani bazı insanlar ‘yazmasam, bilimle uğraşmasam, felsefe yapmasam ölürüm’ derler ve biz bunun doğruluğundan, sahiciliğinden zerrece kuşkuya düşmeyiz ya, işte TA, yaşamak için bildiği yegâne duruş olan film çekmeyi bu yüzden seçmişti adeta. O, rafine ve pür bir sinemacıydı. Çektiği filmleri çekmeseydi yaşayamazdı bence; sinemasının hayatında işgal ettiği yere bakınca, bu cümlenin onun ontolojik duruşuna çok denk düştüğüne inanıyorum.

Çok zor izlenen filmler yaptı, bu yüzden de az izlenirdi. Yavaş gelişen ve anormal uzun olan plânların oluşturduğu eserleri; video oyunu ya da müzik klibi kıvamındaki Holywood yapımlarının tam zıttıydı. TS, filmlerinin dingin plânları, çok yavaş ilerleyen temposuyla izleyicisine sanki ‘yavaşla’ diyordu, ‘hızlıyken düşünemezsin, anlayamazsın, fark edemezsin. Bu yüzden yavaşla!’.

TA yerden göğe kadar haklı bana kalırsa; post-modern tahayyülün ve tasavvurun baskın elemanları olan sür’at, hız, acele etmek ve koşmak, anlamanın ve anlamın katledildiği verili aktüel uğrakta aranan ‘olağan şüpheliler, doğal katil zanlıları’ olsa gerektir, öyle değil mi?

İzleyicisinde, sanki hareketsizmiş intibaı yaratan bir kamera, yavaş akan, hatta zaman zaman hiç akmayan çok ama çok uzun plânlar sizi sıkabilir. Ancak, o kadrajların çerçevelediği plânlar öyle tabloları resmederler ki, izleyicisine de şunu söyletirler eninde sonunda: TA, sinemanın, 7. sanatın ve kameranın şairi olmalı!

Ken Loach bugün halâ sosyalistken, TA epeydir o kamptan değildi. Loach, halâ da bu muhalif duruştan beslenen ve dönüp o duruşu besleyen ve konsolide eden filmler yapmaya devam ederken, çok uzun süre önce onunla aynı duruşu paylaşan TA ise, reel sosyalizmin devrime ihanet etmesine dayanamadı ve terk etti muhalif sosyalist mesajlar veren filmler yapmayı.

Evet, kamerasını sosyalist mücadeleye adamaktan vazgeçeli çok olmuştu ama, bu onun apolitik bir sinemasal duruşa sahip olduğuna ve politik mesajlar içermeyen filmler yaptığına işaret etmez hiç kuşkusuz. TA; zulme, ırkçılığa, kadın ve çocuklara yapılan kötü muamelelere, politik şiddete maruz kalanlara, yurdunu ve yakınlarını terk ederek kaçmak zorunda kalanlara ya da sürgün edilenlere sürekli olarak kamerasını çevirdi. Göç, sürgün, yurtsuzluk, yoksulluk, mülksüzlük, geleceksizlik, belirsizlik, geleneklerin dağılması, ihanet, sadakat, karşılıksız aşk, kır hayatının çöküşü, babanın elinde olmayan nedenlerle evini ve ailesini terk etmesi ya da ölmesi – öldürülmesi , ailenin dağılması TA sinemasının sürekli sorunsalları olageldi. Bu yüzden de TA, politik slogan atmadan politik duruş sahibi olan ender auteur’lerden birsi olarak yazdırdı adını 7.sanatın büyülü sayfalarına.

‘Sürekli inisiyalle anarak ustaya acaba saygısızlık mı yapmaktayım’ şeklinde bir kaygı peydahlayıverdim birden ve onun tam ve orijinal ismini bir kez daha yazarak vicdanımı rahatlatmak istiyorum. Evet, Theodoros Angelopoulos’un, beni, ruhumun en derin labirentlerinden ve benliğimin en karanlık katmanlarından yakalayan mahiyeti, onun sinemasının sahip olduğu metafizik boyutuydu. Kendisi sürekli olarak metafizik problemlerle hemhal olduğundan olsa gerek – ki, bu tabiatı, onu, ister istemez filmlerini çoğunlukla varoluşçu bir felsefi zemin üzerinde inşa etmeye icbar etmişti – filmlerindeki en sıradan karakterlerin bile daima bir fizik ötesi kaygı ya da sorunsalları olurdu. Genel film izleyicisi için anlaşılmaz, sıkıcı, sevimsiz ve itici olabilen bu durum; benim gibi TA fanatiklerinin aradığı felsefi temaları ve içinde kaybolmayı yeğlediğimiz geniş ve derin afâkı (ufukları ) sağlayan fevkalâde önemli artılardı.

Varoluşçuluk ve metafizik kaygılar gibi her biri kendi başına problemli alanlardan beslenen filmler yapınca, ister istemez bazı handikaplarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Çok sayıda ‘demir leblebi’ sayılabilecek ağır temayı birlikte işlemek ve bunun doğal ve zaruri bir sonucu olarak da, karakterlerine çoğu zaman ‘felsefi replikler’ yakıştırmak TA sinemasının yumuşak karnı ve aşil topuğuydu. İzlediğim 4 filminde de ‘büyük büyük’ konuşulan öyle sahneler vardı ki, filmler işte tam da bu plânlarda çok ciddi manalarda samimiyet ve inandırıcılık sorunları taşımaktaydılar.

Varoluşçu olduğunu söylemiştim büyük ustanın. Bu demektir ki, TA, sinemasında esas olarak bireyin, insan teklerinin trajedisini çekti. Kimdi bunlar? Bunlar, ağırlıkla aydınlardı. TA, kendi küçük obasının, dar çevresinin sorunlarını filmografisinin ve retrospektifinin merkezine aldı. Bu durum, onun sıradan insanların dertlerine uzak durduğu anlamına gelmez hiç kuşkusuz. Büyük auteur, sıradan eşhası da çekti. Ancak, onları, onlarla empati kurarak, onlar gibi hissetmeye çalışarak değil de, Homeros gibi, Aristofanes gibi yazdı. Bir diğer deyişle, TA’un filmlerindeki en sıradan karakterler bile, büyük kayıpların ve görkemli hezimetlerin trajedik kahramanları olarak resmedildiler.

İnsan varoluşunun trajedik açmazlarını ve metafizik dolayımlarını dert ediyorsanız şayet, bu, sizi ister istemez ‘Bilinç Altı (yoksa ‘Bilinç Ötesi’ mi demeliydim?)’ denen o büyük bilinmeyene, o halâ büyük ölçüde keşfedilememiş olan aleme açılan kapıların önüne bırakacak demektir. Sizi, var oluşunuzu anlamlandıracak kutlu cevaplarla, ya da, yaşamınızı bir mütemadi ‘angoise (ölüm korkusu)’a dönüştürebilecek olan lanetli ve belalı sorularla baş başa bırakabilecek olan o kapıyı açıp açmamak sizin bileceğiniz iş. Lâkin TA’nın, sizi getirdiği bu noktayı kaale almak zorunda olduğunuz da aşikârdır.

Antik dönemdeki Klasik Yunan felsefesi ve trajedyasını 20. asrın sorunsallarına yedirerek, izleyicisini, kişisel ve toplumsal bilinçaltının zenginlikleriyle ve problemleriyle yüzleşmeye davet eden TA’nın sineması, işte bu yüzden içine girilmesi, anlaşılması, hıfzedilmesi, şerh edilmesi fevkalâde zor olan bir dünyaya nispet eder. Yerli dizlerin o beylik temalarıyla, o bildik trük ve entrikalarıyla; Holywood kalıplarına alışmış izleyiciye bu yüzden itici gelir TA sineması.

Theo Angelopoulos’a dair son bir tespit: Usta; serapa vicdan, tepeden tırnağa insaf, lebaleb iz’an ve tecessüm etmiş irfandı!

Oysa, çağ, post-modern çağımız ne yazık ki ‘vicdansız’ olarak nitelenebilir. Bir diğer deyişle, 21. asır ve onun çaresiz, hedefsiz insanı, epeydir, neredeyse Heidegger’den beri, vicdansızdır ve işin kötüsü bu durumun da farkında değildir.Son söz, Theo Angelopoulos’un film müzklerini yapan büyük bestekâr Eleni Karaindrou hakkında olacak. Ustanın ekürisi, kankası, yoldaşıydı ve ruh ikiziydi Karaindrou. O olmasaydı TA sineması kesinlikle eksik kalırdı.

 

 

Ziyaver Şencan
İZDİHAM