26 Mart 2017

Şule Gürbüz’in Öyle Miymiş Kitabından Alıntılar

ile izdiham

Şule Gürbüz (1974), Sanat Tarihi (İstanbul Üniversitesi), Felsefe (Cambridge Üniversitesi) mezunu; halen Milli Saraylar Müdürlüğü’nde çalışıyor.

Eserleri: Kambur (roman, 1992), Ağrıyınca Kar Yağıyor (şiir, 1993), Ne Başta Akıl Yoktur (oyun, 1995), Zamanın Farkında (2011), Coşkuyla Ölmek (2012), Öyle miymiş (2016)

Öyle miymiş adlı kitap din, felsefe, edebiyat üzerine bir deneme.

Harika bir kitap; herkesin okumasını tavsiye ediyorum. // Sami Gören

 

Bunca doğan, söyleyen ıssızlığını ve yalnızlığı alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı herşey muhtemelen. (s: 11)

Kurallar belli, tarih ilerlese de zaman ve kurallar bunlara uyanlara ve hep utananlara değil, arkasına kaldırıp atanlara değişiyor. (s: 25)

Ne kadar birleşilse değil mi yüzyıllardır akraba olunamadı, Adem kimin kardeşi bulunamadı.(s: 26)

Acı başkasının ise ders ve ibret, başında ise bela telakki ediliyor. (s: 32)

Hayat, hayret edileceği yapmaya gayret etmektir. (s: 40)

İnsan hangi pozu kendisine yakıştırmışsa o poz hayatın duruşu diyorlar. (s: 53)

İnsan düştüğü yerin, halin ve zevkin adamı olur. (s: 55)

Akıl gibi ahmaklık da derinleşebiliyormuş. (s: 60)

Bir sığırın kulağındaki damga, onda ne kadar iz bırakırsa okulun izi de bir sakalet, kalıcı bir deformasyon vermesi ile öyle bir izdi. Aslında sığırın damgadan haberi yoktu, sorulsa yerini gösteremezdi. İnsan da okulunu, tahsilini böyle bir damga olarak taşır. Sığırdan en büyük farkı kulağının yerini söyleyip gösterebilmesi ile bu damganın gururunu taşır. (s: 78)

İnsan zanların, oyalanmaların ve zehhapların devletiydi. (s: 85)

Geldiği dünyaya gideceği dünya kadar yabancı bir ruh niye çırpınır durur? (s: 91)

Bir mezar taşı, buranın yani dünyanın yusyuvarlağında Üsküdar’ın Beylerbeyi köşesinde sapsarı kurumuş otların, tozun, toprağın ve mor çiçeklerin arasında, o durgunluğunda bana tüm dünyayı resmediyordu. (s: 93)

Sis dağılmaya ve dünya biten bir aşk gibi gerçek yüzü ile ortaya çıkmaya başladığında artık ne şiir yazılabilirmiş ne okunabilirmiş. (s: 93)

Dünya gülünecek yer, yaşananlar bir müstehzi nazar bırakıp terk edilecek şeyler imiş. (s: 103)

Halk zaten bir tek perişanı, genç öleni, hak etmediği halde çok çekeni severmiş. Halk nasılsa hakkı değil diye hak etmeden elde edene ses etmezmiş. İyiye iyi derse kendi vasatlarına artık diyeceği kalmayacağından ölse iyiye hakkını vermez, ortayı iyice ortalara çeker ona bakıp bakıp kendini seyredermiş. (s: 105)

Bizde ilmin sadece hulasası kıymetli imiş. Bir yudumda içilecek ve tadı da acı olmayacak ilme amenna denirmiş. Alim ile şerbetçi meslektaşmış. Bu yüzden bizde münevver değil, müdevver varmış. (s: 107)

Nedense bu topraklarda ne dikilse kuruyor, sulansa çürüyormuş. Bu topraklar hakikati sevmiyormuş. Ülkemize masal diyarı denmesi bundanmış. Ama bir masalcı edası da yokmuş. Masalı hakikat tavrı ile anlatmak varmış. Büyümek bir şeyler uyduracak hale gelmek demekmiş. Gerçeği çarpıtmanın ülkedeki adı masalmış. (s: 111)

İnsan anlamadığından etkilenirmiş, etki büyü demekmiş. (s: 112) 

“Ağla ağla, bunal bunal, sonu ferahlık” denirmiş. Ağlayarak dert dökülür, terleyerek mikrop kırılırmış. (s: 114)

Fazlaya heves mevcudu tüketir ve bozarmış. (s: 123)

İbret azana, hikmet dik başlıya, tedbir miskine, sevgi Allah’a ve uzakta artık çoktan başkasına varmış olana yönelmiş. (s: 130)

Namazlar göğe ulaşmak için değil yeryüzünü yaklaştırıp kendine ısındırmak içinmiş. (s: 138)

Bir çiçek gibi insan da açabileceğinin en güzeliyle açar ve solarmış. Hiçbir gül açtığından daha güzel açmazmış. Herşey ferden ferda imiş, başlar ve bitermiş. İnsan bir tanıkmış, kainat ve sır bir şiir gibi yazılı ve ancak öyle okunurmuş. (s: 139)

“İnsan olmak” zaten insan sözü imiş; tanrı bundan bahsetmemiş, “kul” demiş. İnsan ruy-i zeminde insan olmaya kalkmış, kendine de bu adı yine kendi takmış. İnsan, insan olamaz; tanrı kul ararken ortalık bir ağarır bir kararırmış. “Allah bizi niye yarattı acaba” diye düşünene verilen açıklama, yani: “Bana kulluk etsinler diye yarattım” sözü daha kimsenin damarlarını genişletip içine bir mana sızdırmamış, bunu duyan işiteceğini işitip bir tamam olmamış. (s: 141)

Burası da öte dünyaya bitişikmiş; bir tarafı mutlak acz, bir tarafı azim bir güç kuşanmış. (s: 143)

Dünya eksiklik üzerine mi dönüyor; akıl eksikliği, ahlak eksikliği, hormon eksikliği. (s: 145)

Günah işlediğini bilerek işlemeyi, daha doğrusu onun içinde, kenarında durmayı dışarıdaki mağrur duruştan daha iyi belledim. Bilememek kötüdür değil mi, bilse yapmaz denir, bilip de korkup da utanıp da yapan nedir peki, yoksa ona ben mi denir? (s: 160)

Herkes bir ize, bir resme, başkasının bir hâline aldandı. Asıl tehlike zaten kötü olan ve bilinebilir kötüler değildir ki, kanmak asıl, iyiye ve başka zannedilene kanmadır.  (s: 160)

Ne güzeldir yaşamın henüz neresinde olduğunu bilmezken, yaz mı kış mı bilmezken, yanaklardan yaşlar süzülerek o yaşlarla kendini ömür boyu sulayacak sarnıcı doldurmak, biriktirmek.

Ne güzeldir o hapishanenin bahçesinde çiçek yetiştirmek ve dünyanın omuz omuza sımsıkı doluluğunu yapayalnızken hissetmek.

Ne güzeldir hiç beklemeden yirmi yıl beklemek ve kendine mahcubiyetle elini uzatmak.

Ne güzeldir unutulmak ve kendini unutmak.

Ne güzeldir kendini sevmek için değil görüp duyduklarınla hatırlamak. Mor salkımlar, bal çiçekleri, taş yosunları, kertenkeleler ile bir dili konuşmak.

Ne güzeldir suçsuzken ağlamak, yol görmeden yürümek, uçup gitmiş ipek böceği kozalarını biriktirmek, ipeğe ve kaynamaya inanmamak, mercanköşk dalına yaslanarak ama eğmeden yaşamak. Okunan ve içeriyi kanatarak yol alan her dizeye rağmen dışarıya tebessüm etmek, şairin acısını dindirmek, etraf bütün duyulana bîgâne iken içeride kazına kazına yol açan her dize ve düşünceyi ağrıya rağmen ele vermeden içinde tutmak, onlarla, çevrenin uğultusuna karşı gitgide sessizleşen bir içeri ile yaşamak.

Ne güzeldir kış akşamı geceye dönerken köprünün oradan uzanan ızgara balık kokusunda bilmediğin bir sebeple sarsılmak ve isabet etmiş bir geçmiş acı ile topallayarak duvara tutunmak.

Bilince, çünkü bilince artık acı da çekilemiyor, genç, genç irisi ne acı çekti ise vaktinde, yetişkinliği ve yaşlılığı, bunların anısı ve biriktirdikleri oluyor. (s: 162, 163)

Bir hurma ile doyanın karşısında, suyun başka başka tatlarını ayırt edenlerin arkasında, çiçeği daha açmadan koklayanların gölgesinde yaşamak zor. (s: 164)

Ne zaman “Dert” desem önümdeki ekmek ve sırtımdaki çul gösterildi, bunlar vardıysa ki vardı acıdan utanmalıydı. Bir buğday tanesine ve pamuk çiçeğine zimmetlenerek yaşadım. Buğdayın başını sallayıp duruşu bundan mıdır? (s: 164)

İnsan, mucizelere tapan, gözleri parlamak ve takip etmek için sade uçanı arayan, kendinden bir lütuf istenince de “Onlar istidraçtır, yürüyorum ya bundan âlâ mucize mi olur?” diyen ve aniden sadeleşen, lâ diyen illâ diyemeyendir, bilinir. Zorluğa başkasında hayran, kolaylık koynunda yatandır, bilinir. Aslında gizlice her şey bilinir, bilinir de başkası umulur, bilinenden başka olunacağı umulur. (s: 167)

İyilik şu çeşmenin oradaki akıp duran su değildir, hep ve aynı yerde ve cömert değildir. İyilik sabit değildir, iman sabit değildir, kalp açıya ve duruşa göre ışığa ve akışa göre bir parlak bir lekeli görünür, sabit değildir. (s: 169)

İnsan hesaptadır her an hesaptadır, büyük kafalara ruhlara dahi evliya demesi methetmek için değil onları kendi bulunduğu kümeden çıkarıp çıtaları yükseltmemek içindir. Onları hemen ayrı bir yere istifler, kendi gibileri karşısına dizer. Kendine tüm süfliliğine rağmen itimadı bundandır. Bu yüzden Allah’tan korkmaz, gizlice de korkmaz ama korkmayışını ulu orta açık etmez. Çünkü Allah’ın ne yarattığını bilir, kendisini beğenmezse beğenecek pek de bir şey olmadığını bilir, cennetin ona kapılarını açmazsa boş kalacağını bilir. (s: 170)

Hayat ve insan basittir, kurallar basittir, aramızda âdemler boyu uzaklıklar yoktur, yerçekimi gibi bir de gökçekimi vardır, insan basit yaşamayı kibirli ve ahmak olduğundan kendine yediremez, buna sebep her haltı yer. (s: 171)

Dünyaya durmadan kan, plazma, ağrı kesici veriliyor, yüksek lavman yapılıp amonyağı dışarı atılıyor ama şifa yok hasta yine hasta, dünya yine can çekişiyor, yaşam devam ediyor. (s: 172)

İnsan kendisi tokken başkalarının da hep bir şekilde doyurulduğunu sanıyor, yemiştir bir şey diyor, doymuştur, iç- miştir, içmez olur mu, yoksa ölür diyor, ama ertesi gün ölü mü diri mi bakmıyor. (s: 174)

Ahsen-i takvim sen misin? İnanılmaz kıvamına öylece aksan da, acaba hangi aralıkta, nerde ne vakit böyle cıvıttın, kıvam nedir, ölçü nedir âlemi de şaşırttın? (s: 175)

Açın şükrü için gözlerine bakmak lazım, dediğini kabul lazım. Gel gözlere bak, rıza var mı, yok. Söze bazen ne kolay inanılıyor. Ah isteyince inanmak ne kolay değil mi? (s: 182)

Akıl ermiyor, aklın ermeyeni makbul. İnsanın tek makbul yeri çalışmayan ve “Neye, bunlar bize göre değil” dediği yeri. (s: 183)

Ömür bir rüya-yı sadıkadır; yani görüldüğü gibi çıkan bir korkulu rüyadır. (s: 183)

Neyi hesapsızca yaptıysan, hesapsız bir karşılığa hazırlan. (s: 184)

Seven kırılgan olur ve çarçabuk özeleniverirken sevgisizlik bir suyu alınmış, çelikleşmiş demir sertliği veriyor. (s: 185)

Bir ormanı yakan başka bir orman kursa bile orman eski orman olmuyor, sincap yandığıyla, kara sedirler külleri ile toprakta serili kalıyor, sorsan kül ormana iyi geliyor. Sorsan çürümüş yaprak toprağa iyi geliyor, sorsan bir vaktin canlıları dönüştükleri hal ile birilerine iyi geliyor, sorsan insan mezarda börtü böceğe iyi geliyor. (s: 187)

İnsanın bir eli ekerken öbür eli söküyor, ikisi de birbirinden habersiz, dili bir güzel söz söylerken kalbi kendi sözüyle önce yatışıyor sonra kabarıyor, onu az evvel teskin eden söz o sözü edebilme becerisinden dolayı rahatsızlık verene dönüşüyor. “Yeryüzü halifesi” dediler, sen de inandın, bir de gökyüzünü gör, onlar da seni görsünler, acaba görülecek halde misin, inanılacak şey kalacak mı bakalım. (s: 194)

Sabah uzun, öğle daha uzun, akşam kısa, gece nihayetsizdir. Çocukluk kısa, gençlik daha kısa, yetişkinlik uzun, ihtiyarlık bir akşam saatidir. (s: 196)

 

 

 

 

Sami Gören Bey hazırladı. 

İZDİHAM