13 Şubat 2017

Şule Gürbüz, Öyle miymiş?

ile izdiham

Yaşımı aldım mı yaşım mı beni esir aldı, zamanın tutsağı mı oldum, genişçe bir bahçeye kondum diye söz gelimi bir park hapis olduğumu mu anlamadım, hapiste suçsuz olan mı yerini bulmuş olan mı daha mutsuzdur bilemeden ne oldumsa oldum. Anlamadıktan sonra ne fark eder, işte bir hâl içinde oldum, o da benim ömrüm oldu. Ne olduğunu bilmedi- ğim bir şey benim oldu, o da hayatım oldu. Üstelik onun hesabını verecekmişim, ne yediğimi bile bilmiyorum ama hesap vereceğim. Onu da yedin öbürünü de, önüne biz koymadık sen istedin, fiyatını sormadın, ikram belledin hâlbuki pahası ileydi, diyecekler diye korkuyorum. Kime yanıp yakılacağım, dünyada bu yüzden galiba hiçbir şeye el uzatmamak lâzım, senin sandıkların senin değil, yiyebilirim sandıkların senin değil, bir sergi yerinde, bir pazarda gezer gibi gezeceksin, her şeyi görüp “Subhanallah” diyecek dönüp evine kuru ekmek yiyeceksin. Sonra da cennette zeytin incir bekleyeceksin ve bu sana ancak o vakit küçük bir armağan gibi görünmeyecek. Hep ve hesapsız yiyenler bunu bilmeyecek, dünyada da var zannedecek.

Günaha meyilli bir hayat yaşadım, çünkü günahı hor ve küçük gördüm. Sevap için didinmeyi de bir şeyleri yapıp yapıp dizmeyi de sanki biraz küçük gördüm. Bir dağ başındakini ziyaretimle ve başını okşamamla memnun etmeyi ya da bana bir benzerinin yapılmasını iki insan alışverişine ve dünya soluklanmasına yakıştıramadım. Sonra duyulan göğüs genişlemelerini çok suni teneffüs gördüm. Ertesi gün gene tıkandım. Hani Âdem cennette meyveyi yemeden çıplak olduğunu bilmeden buna sebep utanmadan dolaşıyormuş ama meyveyi yiyince Tevrat’ın yalancısıyım gözü açılmış, bilmeye ve utanmaya başlamış ya burada da bilmek azcık da olsa çıplaklığını görmeye ve bir türlü kapanamamaya, utanmaya ama bir türlü şeref bulamamaya komşu oluyor. Günaha meyilli yaşadım, bu benim başımı ve belimi eğdi, sözümü ve sesimi kıstı. Kendi günahımla sanki terbiye oldum, onun suyunda piştim, kendiminkinden başka da değil mi ki zaten bulamadım. Günah işlediğini bilerek işlemeyi, daha doğrusu onun içinde, kenarında durmayı dışarıdaki mağrur duruştan daha iyi belledim. Bilememek kötüdür de- ğil mi, bilse yapmaz denir, bilip de korkup da utanıp da yapan nedir peki, yoksa ona ben mi denir?

 

Biraz daha yaşasam, kutsal yerleri elimde değnekle gezsem, kuru topraklarda otursam, bir ince söz söylesem, başımı kaldırıp kaldırıp hacılar yoluna baksam, kendi kendimin resmi olsam beni bir gören belki der ki, “İşte onlardan, belli”. İşte dünyanın izi, bilinebilirliği, bir başkasının aldanışı olmanın izi. Herkes bir ize, bir resme, başkasının bir hâline aldandı. Asıl tehlike zaten kötü olan ve bilinebilir kötüler değildir ki, kanmak asıl, iyiye ve başka zannedilene kanmadır. Beni bir gören olsa o hâlimle kuru toprak üstünde, hiç yanıma gelmese de bana bakıp sonra başkalarına ve kendine söyleyeceği bir yalana sahip olacak, “Ben gördüm, var,” diyecek. Beni bir başka resme başka bir aldanışın resmine benzetecek. Onu da başkası benzetip sonraya işte buydu, diye bırakmıştı. Tâ ilk aldanışına kadar insanın, birbirine benzer resimler alınıp verilecek. Konuşacak olsak ben sözün olmadığını bilen olarak susacağım “İşte,” diyecek, “sözü olup da susanlardan, demek ki bilenlerden,” ya da desem ki bir şey o bu sözü başka bir aldanışın sözüne ekleyecek, “İşte devamı, duydum,” diyecek. Elbet ahmak ahmaktan, aldanış aldanıştan üstündür, elbet göz görmek hiç değilse tanık olmak ister, ama yoksa tanıkmış gibi yapmak da demek ki yeter. Değil mi ki âlim olmayan âlim gibi oldu, anlamayan anlamış gibi durdu, bilemeyen bilirmiş gibi sustu, söylemeyen sırlı imiş gibi içi boş mücevher kutusuna kapandı, sonsuz tekrarlarında, mum titrekliğinde, sayfalarında ciltlerin bazen bir his gelip dürttü, bazen bir heybet kılıklı acınma, bazen yeni bir izlenimin heyecanı. İnsan başına gelene değil başına geleni benzettiğine sermest kaldı. Anlatılan bir şeyin içinden geçiyorum duygusu ile ürperdi, başkasının hatırasına, bir hatıranın rüyasına ve anlığa akan hissi geldi yanına uzandı. İbretler ve meseller, kitaplar ve gelenler ile gidenler insanın anlama dediğinin sade benzetme olduğunu, bir şeyi benzetemezse anlamayacağı, yanına varmayacağı hatta yok sayacağına ferman idiler. İnsan birbirinin örneği, birbirinin sırrı olduğu için sırsızdı. Süresiz bir dua gibi birbiri ardına sonsuz bir tespih gibi aynı şeyleri söyleyip aynı şekilde yaşayıp ölen koca bir vird halkası, koca bir tespihti. İnsan aynı gün içinde bir yükseldi bir düştü, böyle gün neyden sayılır?

Yaşadığımın ve yaşantımın anısı bir göz sulanması bende, yaşamış olduğum için mahzunum, bu saman uğrusu altında yediğim ballardan ve içtiğim sütlerden istenmeyen bir misafir gibi utanıyorum. Kır yolları ve defne ağaçları, yüksük çi- çekleri, küçük su birikintileri ile anılsam, adım kaybolsa, yaşadığımın izi serin bir yağmurda silinse önce siyah sonra açı- lan ve bir şey olmamış gibi yüzyıllardır gülümseyen göğün altında bir çamur kokusunun ve eriyip ona katışmaya hazırlanan yaprak ve dalların arasına saklansam ben de. Herkes ölürken bir göğe bakmıştır, yukarı yani, ben bakmayıp yüz çevirsem. Biliyorum, üstüne alınmaz kırgınlığı yine. Çünkü kırgın olmayan ve sonsuzca övenler var ileride ve geride. Göğün de başı dönüyor elbet bunca övgü ile. Her şey bilmezken bilinmezken oluyor. Bilince, hele bekleyince başkasının istediği oluyor, yani hiçbir şey. Olmak için bir yere giren, birine bir şeye yanaşan kaynama vakti için saate bakmaya başlayana dönüşüyor. Başındayken taşırıyor.

 

 

 

 

Şule Gürbüz

İZDİHAM