10 Mart 2016

Suavi Kemal Yazgıç, İroninin Vonnegutçası

ile izdihamdergi

Suavi Kemal Yazgıç, Vonneguat hakkında aldığı yazıda bakın neler diyor?

“Bir zamanlar kardeşime ne zaman evde tamir işi yapmaya kalkışsam, işi bitirmeden tüm aletleri kaybettiğimi söyledim. “Şanslısın” dedi bana. “Ben yaptığım işi kaybediyorum.”

Kurt Vonnegut (Hi Ho-Slapstick or Lonesome No More)

Kierkegard, ironinin ebesi olan Sokrates’ten uzun uzadıya bahseder. Kurt Vonnegut Jr. ise negatif ve modern bir Sokrates olarak ironinin cenaze levazımatçısıdır. Zira insandan çoktan yok olmaya mahkûm, hatta çoktan yok olmuş bir hayvan türü olarak söz eden Vonnegut’a bu görev kalmıştır ve görevini yerine getirirken ağıt yakmak yerine kına yakmayı tercih eder. Sokrates’te ironi doğurucudur.

Sokrates, hiçbir şey bilmeyen bir köleye bir geometri problemini çözdürerek, onun zaten geometriyi bildiğini, kendisinin yaptığının ise bu bilginin doğumuna bir ebe olarak nezaret etmek olduğunu söyler. İroni Sokrates için bir sezeryandır. Öte yandan ironi Vonnegut için ötenazidir. Bu fark da Sokrates’in henüz doğan bir uygarlığın, Vonnegut’un ise can çekişen bir uygarlığın çocuğu olmalarından kaynaklanır. Ahmet Vefik Paşa için “kaldırım taşı büyüklüğünde bir pırlanta” tanımlaması yapılmıştı. Bu tanımı yapanlara göre Paşa, “Ne yüzüğe takılabilir ne de kaldırım taşı olarak kullanılabilir.” bir değerdi ve bu yüzden de tamamen işlevsizdi. Vonnegut için de benzer bir tanım yapmak mümkün. Vonnegut da en az Ahmet Vefik Paşa kadar değerli bir insan…

Vonnegut’un Borges’in Don Kişot’u yazmaya çalışan trajik kahramanını hatırlatan sözleri kendi içinde de ironinin kaynağının ilanıdır: “Fikirlerimde orijinallikten başka her şey vardı. Bu benim kaderimdi. Böylece tamamen orijinal olmayan, modern zamanların Don Kişot’unu yazmak geldi aklıma. Eğer uzun zamandır hayalimdeki ideal vatandaş olan şeye, sevgi dolu bir alay katarsam hikayeme tazelik katar diye umdum”.

Gerçekten de Kurt Vonnegut’un kahramanları, aslında tek kişinin lunaparklardaki komik aynalar bölümünde yer alan kimi dev kimi cüce gösteren farklı aynalarındaki yansımalarıdır. Hepsinin yolu hapishaneden geçer. Tımarhanevari bir dünyanın içinde statülerini kaybeden ve olup bitenlerle ya da bir başka deyişle olamayıp bitemeyenlerle bir anlam ve anlamsızlık alışverişine girecek mecali kalmayan bu roman kişisi yazgısına itaat eder. Bu sebeple Vonnegut’un yazdıklarında yegâne gerçek kahraman tiplemenin kendisi değil yazgısıdır ve kurgu makinesi en az yazgı kadar paramparçadır. Dolayısıyla Eski Yunan’da trajedinin en çözümsüz noktasında aniden ortaya çıkan “Deus eux Machine”yi Vonnegut’un kahramanları beklese de en fazla avuçlarını yalamakla kalır.

İroni’yi Necip Tosun, şu şekilde tanımlar: “İroni, yaşanan saçmalıkların, zıtlıkların, çelişkilerin daha etkili ve vurucu bir şekilde anlaşılmasını sağlamak amacıyla, asıl anlamın ardına gizlenerek bütün bunların doğal bir olay gibi anlatılmasıdır. (…) İronik anlatımın bir başka öğesi de eleştirel bakıştır. Yazar her ne kadar bu saçmalığı / karşıtlığı tarafsız bir şekilde anlatıyor gibi görünse de, metnin gerisinde dokunaklı bir eleştiri vardır. Ayrıca anlatımda bir üst bakış ve ince bir alay kendini hissettirir. Ama bu alay, bildik bir küçümsemeye işaret eden bir tutum olmayıp, bu acınası olaya duyulan tepkinin sonucu olan eleştirel bakıştır.”

Keşke şimdi ünlü Belçikalı filozof Avi Arnhin’in “İroni’nin Yenilgisi” isimli kitabından şu alıntıyı yapabilseydim. Onun, “Temmuz 1995’te Srebrenitsa’da bir katliam yaşandı. Birleşmiş Milletler görevi çerçevesinde orada bulunan Hollanda’lı askerler ise katliama seyirci kalmakla yetinmedi lojistik destek de sağladı. Hollanda askerleri önce Srebrenica kendini katliamdan koruyabilecekleri halkının silahlarını topladı, ardından da Sırp otobüslerine benzin sağladı, öldürülecek kişilerinin listesini bizzat kendisi belirledi, katliamı seyretti, hatta katliam kanıtlarını yok etti. Hollanda ordusunun şimdi madalyayı hak eden değerli askerlerinin lojistik katkıları sayesinde üç gün içinde Srebrenica’da, yaşları on iki ila seksen arasında değişen on iki bin sivil hunharca katledildi.

BM Srebrenitsa’yı “Güvenli Bölge” ilan ederken esasan gayesi Srebrenitsa’lı Boşnakların hayatı açısından değil de Sırpların rahatlıkla katliam yapabilecekleri güvende bir bölge olduğuna işaret etmek istemişti. Hollandalı askerler daha ne yapabilirdi bilmiyorum ama Hollanda Savunma Bakanlığı Temmuz 1995’te Srebrenitsa’da görev yapan ve himayelerindeki Boşnak sivilleri Sırplara teslim eden Hollandalı askerlere altın madalya vereceğini açıkladı. Bu karar, başta Hollanda olmak üzere dünyanın pek çok noktasında protesto edildi. Ancak buna rağmen Savunma Bakanı Henk Kamp, “Askerler verilen emirlere göre hareket etmiştir.” açıklamasını yaptı. Ben o günlerde bir dergiye verdiğim demeçte “Askerler kendisine verilen görevi yerine getirdikleri için madalyayı hak etmişlerdir.” derken Hollanda Savunma Bakanı’nın bu açıklamasından habersizdim. Kendimce ironi yaptığımı sanıyordum.

Ama ironi konusunda Hollanda Savunma Bakanı’ndan öğreneceğim çok şey olduğunu anlıyorum şimdi. Kendisine çırak olup ironi üstadı olmak isterim.” dediğini aktarabilseydim. O zaman Vonnegut’ça ironiyi net bir şekilde ortaya koyabilirdim. O kurumları, insanları, hayatları kağıda aktarırken kalemini Amerikan Soyut Dışavurumcu ressamları gibi kullanır. Zaten Vonnegut, Mavi Sakal isimli romanında o ressamlardan hareket eder. Romanın kahramanı Rabo Karabekian, eşi hakkında konuşurken şöyle der: “Beni resim yaparken görmemişti.

Çünkü resim yapmamak ve sanat hakkında bildiğim her şeyi unutmak, ciddi bir ressam olmanın sihirli anahtarıydı bana göre.” Vonnegut’un romanları da birer roman olduklarını ele vermeden ilerlerler. Onları böylesine zehirli bir ironiye sahip kılan zaten budur.

İroninin zekayla ilgili bir şey olduğu iddia edilegelir. Daha doğrusu ironi adeta zekanın tezeğidir kimilerine göre. Çünkü ironi hem varlığı ile rahatsız edici hem de faydalı bir yakacaktır. Bu yanılgının kökeninde tezeğin otobur bir hayvanın ürünü olması gibi ironinin de hayatobur bir insanın tezeği olmasının büyük bir rolü var. İroniye imza atan kişi kendi hayatından ayrı tutulamayacak bir ürünü ortaya koyar.

İroni, bir yakacak olarak sadece onu meydana getiren zekânın değil insanın bütün negatif, pozitif / maddi, manevi varlığının ve yokluğunun ürünüdür. Ancak inkâr edilemeyecek faydasına rağmen hayatın bütünü ile özdeş tutulamayacak denli rahatsız edici bir netice olması onu insanın önemsenmeyecek denli küçük bir özelliği olan zekânın yanına itivermiştir.

Evet, hiç kimse zekâdan mahrum olduğunu iddia etmez -mahrum olsa bile- ancak zeki olmak o denli bir noktadan sonra övünülecek bir şey değildir. Çünkü zekâ ne çalışılarak ne de çalınarak elde edilebilen somut bir varlığa sahip değildir.

Bir madalya ya da diplomayla da ispat edilmez. Yani ne denli ‘bilimsel’ temellere dayanılırsa dayanılsın hakkında istenildiği kadar ileri geri dedikodusu yapılabilen ancak sadece bu dedikoduyla yetinilen, yetinilmek zorunda kalınan bir korkuluktur zekâ. Onun alt tarafı bir korkuluk olduğunu bilmek de insanı rahatlatır. Oysa ironi bu ‘meşkuk’ korkuluğun ürünü değil insanın ziyadesiyle oburu olduğu hayatın bütününün dönüşmüş ve dönüştürülmüş bir halidir. Hayatı olmayanın ironisi de olmaz.

Kurt Vonnegut’un yazdıklarını ironik kılan, zekâsı değil içinde yaşadığı kültürel atmosferden ve zihnini zehirleyen asrî zamanları oburca mideye indirdikten sonra onu kendi kılığına büründürdüğü edebi form içinde başka bir şeye (yani tezeğe) dönüştürmesidir. Nurdan Gürbilek’in “Yer Değiştiren Gölge”de ironinin öznenin bireysel kurtuluşun imkânsız olduğunu hissettiği noktada başvurduğu ve alay eden ile alay edilenin aynı kökten gelmesi yüzünden alayın iki tarafı da yaralayacağına işaret eder. İroniyi göze almak hicvi göze almaktan çok daha büyük bir bedel gerektirir.

Vonnegut, Alman kökenli bir Yahudi olarak II. Dünya Savaşı’nda Sam Amca’nın emrinde Almanya’da esir düştükten sonra uluslararası hukuk kurallarının bombalardan koruduğu “açık şehir” Dresden’de ABD, İngiliz uçaklarının bir gecede 135 bin kişinin ölümüne sebep oldukları o büyük bombardımandan sağ kurtulup, sivil hayata dönmeye çalışırken Ronald Reagan ile aynı şirkette iş bulan bir yazardır. Dolayısıyla onun ironisini kurmak için uzaklara bakmasına gerek olmadığı kolayca anlaşılabilir. Vonnegut’un gücü ve zaafı ironiyi başka yazarlarda, kitaplarda, çağlarda aramaması zaten kendi hayatında bulunan ironi cevherini çıkartıp kendince işlemesidir. Bu yüzden de Vonnegut’un romanı için The New Yorker’da “Bir dizi narsist kırıntı” tanımlaması yapılmış olması doğruluk payı olan bir haksızlıktır. Evet, Vonnegut, kitaplarını yazmak için aynaya fazla bakmaktadır ama temalarını kardeşlerinde duyduğu iki tema ile özetlemektedir.

“Halime bak, neredeyse her yerden bok temizliyorum” ve “Acı yok”. Kinik bir bilgedir Vonnegut. Modern bir Diyojen. Onun aynaya bakarken gördüğü ego, Amerikan rüyası ile şişirildikten sonra bizzat romanları aracılığıyla patlatıldığı için paramparça olmuş pörsük ve kokuşmuş balon parçalarından ibarettir. Onu beni anlatan bir dizi narsist yazar olan Henry Miller, Celine ve Bukowski’den ayıran da budur.

Miller “Toz Pembe Çarmıha Gerilme Üçlemesi” ile haz merkezli bir dünya kurar. Celine ise kendinden ibaret bir kainatta Napolyon egosuyla dolaşır. Bukowski’nin yaptığı ise bir Celine-Miller sentezidir. Bukowski her halükârda edebiyatta bu iki ismin gölgesinde kalmaya mahkûm ikinci sınıf bir yazardır. Vonnegut, bu üç edebiyatçıdan bambaşka ve harbi bir ironi yakalamıştır. Çünkü Celine’de, Miller da ve Bukowski de kendi egosunu yüceltmek dışında bir şey yapmaya vakit bulmazlarken Vonnegut, ironi için kendisinden hareket eder.

Bu noktada Cioran’ın Burukluk adlı kitabından kopya çekebilir ve Vonnegut’un ayırıcı vasfını Cioran’dan arakladığımız cümle ile de işaret edebiliriz: “Bir yazarın kaynakları utançlarıdır.”

İlk yazdıklarıyla usta bir bilim kurgu yazarı olarak nitelendirilen Vonnegut’un dümen kırıp, kendi ironisini kurmasından sonra yazdıklarını “hayat-obur” bir ironi mahsulü kılması yüzündendir ki, bugün itibariyle Vonnegut, ironinin cenaze levazımatçılığı mesleğini hak etmiştir. Vonnegut’u taklid etmeyi Don Kişot’u tekrar yazmaya çalışmak kadar gereksiz kılan da onun edebiyatta tercih ettiği bu güzergâhın ona kattığı güç ve zaaftan kaynaklanır.

 

Suavi Kemal Yazgıç

 

İzdiham