2 Mart 2016

Sıddık Yurtsever, Uzayan Gölgeler’i değerlendirdi

ile izdiham

Herhangi bir öykü üzerine saatlerce konuşmuşluğum çoktur, içimde. Kendi kendime düşünürken bir kahramana da üzülmüşümdür, bu kötü bir kahramanda olabilir pekâlâ.  Elbette bu her öykü için geçerli değildir. Ortak bir yaşanmışlığın olmadığı, duygudan arınık, alelade yazılmış yazılar bu kapsamda değerlendirilemez. Bu söylediklerimizden hareketle şunu söyleyebiliriz o vakit: Bir tür-özelde öykü- kalbimize dokunduğu müddetçe tarihin süzgecinden geçer. Aksi takdirde kuma ‘’yazılmışgillerdendir.’’ Peki bir ilk kitap için bu kriterleri devreye sokabilir miyiz? Elbette. Kitap çıktığı vakit uyandırdığı hava gelecek iyi günlerin de habercisidir.

Emine Batar’ın ilk öykü kitabı ‘’Uzayan Gölgeler’’i de bu düşüncelerle okudum. Kitap, geçen yılın nisan ayında Hece yayınlarından çıktı. Emine Batar Malatya doğumlu ve Malatya’da yaşıyor. Dolayısıyla büyük şehirlerin hengâmesinden, kaotikliğinden, içe içe geçmişliğinden uzak.  Taşrada resmin bütününü görebiliyor. Merkezden uzaklığın vermiş olduğu sakinlikle okuyucularına hayatın içinden sesleniyor.

‘’Uzayan Gölgeler’’  on yedi öyküden oluşuyor. Batar’ın kusursuz dili; betimlemeler, tasvirler ve çeşitli haller üzerinden yeni bir pencereye açılıyor. Kendinizi anlatılan öykünün tanığı, kahramanı gibi hissediyorsunuz; oradasınız yaşıyorsunuz. Öykülerin her biri ayrı bir psikolojinin ürünü. Yer yer sosyolojik etkenler yüzünüze çarpabiliyor. Kahramanlar bazen bir kadın, bir çocuk, bir komşu, bir evlat, bir yetim…

İlk öykü, ‘’Babam Ölünce’’. İlk öykünün vermiş olduğu o kırılmışlık hissiyle ilerliyorsunuz sayfalarda. Acı sanki bu öyküyle yakalamış da bırakmıyor gibi sizi. Öykünün sonundaki şu diyalogla ürperiyorsunuz:

‘’Giysilerini bir komşuya verdi annem. Babamla aynı yaşlarda, babamın boylarında, aynı zayıflıkta… Her gün belli bir saatte kapımızın önünden geçiyor, geçişini gözetliyorum. İşte bugünde giysiler üstünde. Arkadan babama ne kadar da benziyor. Babamın giysileri gidiyor. Babam yok içinde.’’

Kitapla aynı adı taşıyan öyküyle devam ediyor serüven. Hayatta hep öteki kaldığını düşünen bir kadının hayal kırıklıklarıyla, yapmacıklıklara inat, doğaçlama yaşanan hayatı konu oluyor öyküye. Öykünün kahramanı Sara, sokakta kimsesiz bir adamı tesadüfen görüyor. Sara’nın bir kimsesi oluyor artık. Değil mi ki her kimsesizin bir kimsesi vardır. Bu yönüyle öykü, daralıp kalmışlığımıza bir kapı aralıyor.

Bu öykülerin ardından gelen öykü  modern bir yalnızlıktan dem vuruyor. ’’Tren Rayları’’ Bir tren kompartımanında hiç tanımadığı bir insanla sohbete başlıyor kahramanımız. İçinden geçenleri içinden gelerek haykırıyor. Bazen iç ses deniliyor buna. Bazen de bir yanılsama. Öykünün sonunda pencereden giren kelebek, öyküye masalımsı bir tat katıyor. Kelebeğin çıkıp gitmesiyle o anı orada bırakıyoruz.

Yazımızın başında taşra demiştik. Emine Batar taşra gerçeküstücülüğünden yola çıkarak, bir çocuğun gözünden ‘’Geberik’’ adlı öyküyü yazmış. Öyküde ölen bir karakterin, yaşamı boyunca yaptığı türlü kötülükler, eşine ettiği eziyetler, çocukların yaptığı yaramazlıklara karşı onları korkutması, bir ütopyayla anlatılıyor.(Geberik: Eskiden hikaye anlatıcılarının uzun kış gecelerinde anlattığı hikayelerden biri. Ölen kişinin mezarından çıkarak, yaramaz çocukları korkutması şeklinde zuhur eden bir olay…) Bu öykü,  Emine Batar’ın modern öykülerinin yanında geleneğe yaslı olması açısından da çok çok önemli.

Bahsettiğimiz birkaç öykünün dışındaki öyküler de çıtayı hayli yükseltiyor. Bazen, yaşı kemale ermiş bir kahramanın aşk yüzünden düşünüp yorgun düşmesini, bazen apartmanda yaşarken üst komşunuzun hayatı size nasıl zehir edebileceğini, bazen bir kız çocuğunun gelenek öncesi müdahalelerle kâbusa varan konuşmalarına şahit olacaksınız. Hayatın içinden, tekrar hayata dönüşümüz…Kalbimize dokunan öyküler… Müthiş bir devinim.

Kitabı okurken dikkatimizi celp eden birkaç cümleyle yazımızı bitirelim. Belki de bu cümlelerden yeni öyküler çıkar. Belli mi olur?

‘’Acı gittikçe ağırlaşmıştı; tek başına taşıyamayanlar birbirine doğru yaklaştılar.’’

‘’Karanlıktan korkar mısın?/ Yalnızsam korkarım./ O halde karanlıktan değil, karanlıkta yalnız olmaktan korkuyorsun.’’

‘’Mevsimlerden en hüzünlüsü güzdür. Ağaçları terk eden yapraklar, güneye doğru göç eden kuş sürüleri, yüzünü sertleştiren rüzgâr, yaz sıcağından sonra her şeyin üzerine yavaş yavaş sinen soğuk ve yalnızlık…’’

‘’Onları yazmak, bir bitkinin toprağının altını yavaş yavaş uzanan kökleri gibi seni ona bağlayacak. Toprak sana su vermeyecek, ama sen bunu; yazmaktan yorulduğun gün fark edeceksin, işte o zaman susadığını anlayıp kurumaya başlayacaksın.’’

Sıddık Yurtsever

İZDİHAM