4 Nisan 2019

Seyfullah Akkuzu, Tarkovski ve Dünyası – 3

ile izdiham

Tarkovski, Solaris’le birlikte bilim-kurgu türüne yeni bir boyut kattı. Sinemada o güne kadar görülmemiş, çığır açan, bir boyut. Tarkovski, tür olarak bilim-kurguya hiçbir zaman ilgi duymadı. Onun meselesi imge yaratımı için farklı bir zemin arayışıdır.

İvan’ın Çocukluğu ve Andrey Rublev, yönetmenin ilk uzun metrajlı iki filmi, aynı zemin üzerine inşa edilmiş, sinematografi açısında harikulade iki başyapıttır. İki filmde de ideale duyulan özlem ve insanın anlam arayışı, İvan’ın Çocukluğu’nda fiziksel olarak; Andrey Rublev’de ruhsal olarak yoğun biçimde işlenir. Bir sonraki film Solaris’e gelince bambaşka bir zeminle karşılaşırız. Neden bilim-kurgu? Yine de önceden söyleyeyim, eğer filmde sıradan bilim-kurgu izleri bulma umudunuz varsa hayal kırıklığı yaşamanız aşikâr. Tarkovski’nin, bir kitabı sinemaya uyarlama süreci ve tabii sanat anlayışı bilinmeden Solaris anlaşılamaz.

Solaris, Stanislaw Lem tarafından 1961 yılında yayımlanan bilim-kurgu romanı. Nöral bir merkez olduğu tahmin edilen Solaris yüzeyindeki okyanusa, araştırma yapmak için bir grup bilim adamı gelir. Kelvin de bunlardan birisidir. Araştırma sürecinde tuhaf duygu durumları yaşamaya başlar. Anıları ve derin bir yüzleşme süreciyle iç içedir. Tarkovski’yi filme götüren süreç buradan başlayacaktır. Kendisinin roman hakkındaki fikirlerine kulak verirsek Solaris’i anlamaya bir adım daha yaklaşırız: “Solaris yalnızca insan zihninin bilinmeyenle karşılaşmasını değil, bir insanın bilimsel bilgide yeni keşiflerle ilgili olarak gerçekleştirdiği ahlaki sıçramayı da anlatan bir roman. Bu yolda engellerin aşılması, yeni bir ahlakın acılı biçimde doğmasını da beraberinde getiriyor. Solaris’te Kelvin’in ödediği ‘ilerlemenin bedeli’ bu. Kelvin’in ödediği bedel kendi vicdanının cisimleşmesiyle yüz yüze kalmaktır. Ama Kelvin ahlaki konumuna ihanet etmez. Çünkü bu durumda ihanet etmek ilk düzeyde kalmak, daha yüksek bir ahlaki düzeye çıkma girişiminde bile bulunmamak anlamına gelir. Kelvin ileriye doğru attığı bu adım için trajik bir bedel öder. Bilim-kurgu türü, ahlaki sorunlarla insan zihninin fizyolojisi arasındaki bu bağlantı için gerekli zemini hazırlıyor.”.

Tarkovski için edebî eseri bir filme dönüştürmek sadece senaryoya bağlı kalınarak mümkün olmayan bir şeydir. Edebî eser, doğrudan yönetmenin zihinsel süzgecinden geçmeli, onun sanat ve hayat anlayışıyla yeniden şekil alarak bir filme dönüşmelidir. Aksi hâlde eserin, nesir olarak kalmasıyla bir film halinde bulunması arasında hiçbir fark kalmayacaktır. Bu noktada Tarkovski’nin sinemayı kendine özgü bir sanat haline getirme çabası göz ardı edilemez. Sinemayı kendine yeten bir sanat dalı hâline getirme süreci ise Tarkovski’nin dünya görüşüyle doğrudan ilintilidir. Şiirsellik imgelerin ortaya çıkarılmasıyla oluşur. İmgelerin ortaya çıkarılması ise doğrudan sanatçının kendine has hayatıyla alakalıdır.

Bu hayatın içinde inanç yoksa imge de yaratılamaz. “İnancı olmayan sanatçı, doğuştan kör bir ressama benzer.” diyen Tarkovski’ye göre sanatçının bu kendine has hayatının dışında, önemli kişiliklerin yaşamları da araştırma konusudur. Şu örnekte olduğu gibi: “Aleksandr Grin gibi sanatçıların yazgılarını ve kişiliklerini gözünüzün önüne getirin: Açlıktan ölecek hâldeyken, bir yaban hayvanı vurabilmek umuduyla elinde kendi yaptığı ok ve yayla dağlara gitmişti Grin. Olayı, Grin’in yaşadığı zaman dilimiyle birlikte düşündüğünüzde, trajik bir hayalci kişilik canlanacaktır zihninizde.” Tarkovski’nin bahsettiği zaman dilimi, on dokuzuncu yüzyıl. Bahsedilen yazarın trajik yazgısında olduğu gibi Solaris’te Tarkovski’nin ilgisini çeken Kelvin’in yazgısıdır. Trajik yazgıyı imgelerle örerek ortaya çıkarma. Zemin farklı olsa da insan yazgısının değişmediğini gösterir Tarkovski. İnsanın verdiği bir mücadele daima vardır, anlamsız yaşanamaz. Solaris’i sıradan bilim-kurgu filmlerinden ayıran budur.

Gelecekte bizi nasıl bir hayatın beklediği, hayatımıza nasıl araçların gireceği, robotlar vs. yoktur; Tarkovski’ye göre gerçek bir sanat eseri, sahtelikler ve zırvalarla uğraşmaz; sanatçı önünde uzanan dipdiri hayattan beslenmelidir. Bu bakımdan Stanley Kubrick’in yönettiği 2001: Bir Uzay Destanı filmi sanat eseri olmaktan uzaktır. Tarkovski’yi dinleyelim: “Bir sebepten dolayı, gördüğüm bütün bilim-kurgu filmlerinde yönetmenler izleyiciyi geleceğin maddi yapısının ayrıntılarını incelemeye zorluyorlar. Hadi bunu bırakın, bazen Kubrick gibi kendi filmlerine önsezi diyenler bile çıkıyor. İnanılmaz! 2001: Bir Uzay Destanı’nın birçok bakımdan uzmanlara göre düzmece olduğundan bahsetmiyorum bile. Gerçek bir sanat eseri ortaya çıkarmak için, sahte olanı bir kenara bırakmanız gerekir. Ben Solaris’i izleyicinin hiçbir ilginçlik, tuhaflık görmeyeceği şekilde çekmek istiyorum. Elbette ki burada bahsettiğim, teknolojinin ilginçliğidir. Gelecekteki teknolojik süreçlerin ayrıntılı olarak ‘incelenmesi’nin bir sanat eseri olarak filmin duygusal temelini, yalnızca gerçeklik iddiasında bulunan ruhsuz bir plana döndürmesinin sebebi budur işte. Tasarım tasarımdır. Resim resimdir. Film de filmdir. ‘Gök kubbeyle, denizleri birbirinden ayırmak’, çizgi roman çekmeye kalkmamak gerekir.”.

Solaris’e nasıl yaklaşacağımız sanırım belli olmuştur artık. Tarkovski’yi anlamak, görünenin ötesini anlatan bir adamla karşı karşıya olduğumuzu bilmekten geçer. O, görünenin ötesini imgelere sararak önümüze koyar. Asla, hazır paketlenmiş bir şey değildir bu. İmgeleri benimseyebilmek kendi hayatımızla, yaşayış biçimimizle, acılarımızla ve samimiyetimizle doğrudan alakalıdır. Tarkovski üretirken yaşadığı zorlukları izleyicisiyle paylaşır. Sanatçının çektiği acıları duyabilmek, onu anlamanın en önemli şartıdır. “Güzel, gerçeği aramayanların ya da onu sakıncalı bulanların gözünden gizler kendini. Sanatı alamayan, algılayamayan ama onu yargılayanların, en yüce anlamda var coluşunun sebepleri ve amaçları üzerine düşünmeye istekli ve hazırlıklı olmayanların ruh fukaralığı, ‘Bunu beğenmedim!’, ‘Bu hiç ilginç değil!’ şeklinde kaba, ilkel ünlemlerle kendini gösterir. Çok iddialı ama doğuştan kör birinin gökkuşağını tanımlamaya çalışmasından ileri gidemeyecek çok iddialı savlardır bunlar. Bu noktadan bakıldığında, hakikat üzerine düşünebilme yeteneğinden yoksun günümüz insanı, ulaştığı gerçeği başkalarıyla paylaşabilmek uğruna sanatçının çektiği acılara duyarsızdır.”

Hakikat üzerine düşünebilme yeteneğimizi, bu çağa ve gelip geçiciliğe ‘sanat’ adı altında yapılan ucuz zevklere kurban etmediğimiz sürece, Tarkovski’nin işaret ettiği noktaya yaklaşabiliriz.

Seyfullah Akkuzu

İZDİHAM