25 Şubat 2016

Salim Nacar, Bir dehanın ardından

ile izdihamdergi

“ …. Ve kendileri için bu binayı inşa ettiğiniz kimselerin, temeline varsayalım ki tümüyle değersiz, fakat acımasızca ve haksızca eziyet edilen birinin acısı konulmuş böyle bir mutluluğu sizden almayı kabul edecekleri ve böylece de sonsuza dek mutlu olacakları düşüncesini içinize bir an için bile sindirebilir miniz? “

– Puşkin Üzerine Konuşma’dan –
~
“ … Bir tek tasarım var: o da delirmek!”

– Kardeşine yazdığı bir mektuptan –
~
“ değerli okuyucularım, sizi temin ederim ki söylelenleri tam olarak anlamak ve algılamak bir hastalıktır. Sıradan yaşamımız için çok daha özensiz bir anlama yetisinin, gördüğünüz şu bahtsız yüzyılımız aydınının geliştirdiği anlama becerisinin yarısı hatta dörtte biri dahi sizin için yeterlidir.

– Yeraltından Notlar’dan –

“… Bana kalırsa cehennem sevmek yoksunluğunda doğan ıstıraptır.”

– Karamazof Kardeşler’den –

* Bu anma yazısı Dostoyevski’nin öldüğü günlerde впечатление (İzlenim) dergisinin 63. sayısında yayımlanmıştır. Yazarın araştırabildiğim kadarıyla yayımlanmış bir kitabı yoktur. Dergi sayfalarında kalmış yazıları gündelik edebiyat tartışmalarını işaret eden ve çoğunlukla milliyetçi düşünceden yana olan yazılardır. (Çev. Notu)

* Yazının girişindeki alıntılar yazının orijinal metninde de aynen

31 Ocak 1881 Cumartesi günü buz gibi bir Russabahında Newsky Dehlizi’ne uzaktan bakanlar otuz bin insanın soğuktan titreyen ellerini saygıyla önlerinde birleştirdiklerini ve ölümün yoksunluğundan doğan o büyük gürültüye başlarını öne eğerek ancak cevap verebileceklerini göreceklerdi. Saint-Esprit mihrabının ortasında S-Yalnızca Rus yazının değil bütün Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük ismi Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin naaşının indirilmesini izlemek gayesiyle kalbi bir duyarlılıkla ve en önemlisi bu büyük vatanseverle aynı milliyetten olma mutluluğunu içlerinde duyarak lahidin başına toplananlar, tabutun çevresini saran heyuladan etkilenerek bayılanların, kendinden geçenlerin yerini hemen başka bir kalabalığın aldığını müşahede ediyorlardı.

Ölüm muhakkak bütün hakikatlerin tanrısıdır. Gerçeğin binlerce yüzü onun karşısında büyük bir terazinin kefelerinde dengeyi bir türlü eşitleyemeyen toz zerrecikleri gibi tek bir gerçeğe iner ve sonsuza kadar parçalanır. Judovski’nin yanındaki boşluğa inen tabutun, bütün Rus milletini bir an da olsun birleştiren büyüsü işte bütün gerçeği görme biçimlerinin tek bir hakikatin yani ölümün karşısında nasıl azametle sustuğunu gösteren bakışların kararlılığı altında sadece soğuk bir ikindiden uzayan sessiz bir çığlık olup kalmıştır. Yazarın ölümü bir fırtınadır o anda. Sadece sessizliğin sürme eğilimiyle anlaşılacak ve bütün dünya zamanlarında kendine yer edinecek bir fırtına. Miller ve Soloviyov’un hitap ettikleri kalabalığın o anda ölümün sessizliğinden başkaca bir dil bilmediklerini kim inkâr edebilir. Bir çok Rus için Dostoyevski’nin Ölümü dünyada Ruslar için gerçerli tek dilin, edebiyatın ölümüdür çünkü. Başka bir dile sığınmanın fazla bir önemi yoktur.

Büyük Petro’nun inadından teşekkül eden St. Petersburg’da Rus Edebiyatının iki büyük ismini, Puşkin ile Dostoyevski’yi bir araya getiren unsurlar birbirinden çok farklıydı. Dostoyevski’yi St. Petersburg’da karşılayan soğuk hava, çamurlu sular ve birbirlerinin yüzlerine bile bakmaktan aciz insancıklar oldu. Oysa Puşkin için Petersburg Hayallerin ve İmkansızlığın şehriydi. Bu iki zıt karakter işte bu yüzyılda bütün Rus düşüncesinin temel belirleyicileri oldular. Puşkin kalbini burada bıraktı. Dostoyevski yeraltına, insacıkların arasına karıştı. Gogol ve Puşkin’e ev sahipliği yapan St. Petersburg, Dostoyevski’ye sadece düşüncelerinden sıyrılacak ve neredeyse gerçeğin içinde fantastik bir ikilimle boğulacak kadar kısa bir yaşama hakkı tanıdı. Benim tanıdığım Dostoyevski dünyanın neresine giderse gitsin büyük bir yazar olabilirdi ama Petersburg’da olması ona büyük kederler içinde her şeye rağmen yaşama isteği duyma güdüsünü kazandırmıştı.

Dostoyevski ile ilk evliliğinden hemen önce tanışmıştık. Rus eleştirmenler gecesinde bir kenarda adeta lütuf bekleyen bir kararsızlıkla otururken, gözlerindeki şiddetin belirsizliği bizi birbirimize takdim eden ortak arkadaşımızın ivediliğine rağmen birdenbire kaybolmuş ve gözlerdeki bu şiddet yerini bulduğu her insan yüzünde bir hikaye arayan baskın bir konuşma eğilimine bırakmıştı. İnsancıklar’ın getirdiği başarı yerini Öteki ve Başkasının Karısı gibi eleştirmenlerce sözü bile edilmeyen kitaplardan yayılan öfkeye bırakmıştı. Konuşmaya başlar başlamaz Belinski’ye yönelttiği sözleri onun tabiatını çözmeye çalışan benim için bütün karakterini önümde tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açık etmişti. Dostoyevski aslında çocuk tabiatlıydı. Beni hiç tanımıyordu ve Belinski az ötede gençten bir eleştirmenin eşiyle polka yapmaya hazırlanıyordu. Söylediklerini muhakkak duyacaktı ama buna rağmen Dostoyevski kendisine haksızlık yapıldığı hususunda üsteleyip duruyordu. Çok az eleştirmen büyük kafaların böyle kızgın oldukları ana denk gelmiştir. Bu anlarda insanın bütün çeşitliliği adeta bir petersburg’un daracık sokaklarını birbirine bağlayan köprülerin birbirine benzerliği gibi ortadan kalkar ve nefret nöbetleri, çelimsiz cümlelerin, mesnetsiz kabarmaların teşekkül ettiği bir belirsizlik abidesine dönüşür kalır. Dostoyevski’de beni tedirgen eden özellikle buydu: onun öfkesi çevresini kendi akışına katarak yatağını genişleten Don Nehri gibi kendisini dinleyenleri de bu öfkeye katıyor ve düşman bulma sanatında yepyeni bir imkân yaratıyordu. Rus Edebiyat Mahfillerinde yeni yeni isim yapmaya çalışan benim için o anda bu büyük yazarın çevresinde görünmek hem o dönem Rus edebiyatının çehresini belirleyen Belinski hem de kitaplarıyla Rus düşüncesine Avrupai bir yapı kazandırmaya çalışan Turgenyev tarafında dışlanmak ve bu dünyadan sınırdışı edilmekti. Beni affetsin, bunu göze alamamadım ve acil bir işim olduğunu söylerek geceden ayrıldım. Çıkışta arkama dönüp baktığımda bu büyük dehanın biraz olsun sakinleştiğini ve sessiz bir yer bulabilmek için salonun diğer ucuna doğru sessizce ilerlediğini gördüm.

Belki bunlar bir taziyenin konusu olamaz ancak insan tabiatını belki de dünya üzerinde en iyi anlatmış bir yazarın tabiatındaki dalgalanmayı, envayiliği bizzat yaşadım ve tecrübe ettim. Bu tecrübe bugün edebiyat mahfillerinde isim yapma umudunu yitirmiş ikinci sınıf bir eleştirmen için vazgeçilemez bir anı idi.

Bu olaydan sonra Dostoyevski’nin beni bir daha hatırlayacağını düşünmezdim. Aradan bir yıla yakın bir zaman geçti. O sıralar ilk eşi tek çocuklu dul Mari Dimitriyevna İssayev ile evlilik hazırlığı içindeydi. Dimitri’nin hükümlü kocası ölünce evlilik kararı pekişmişti. Bir gün Neva bulvarında karşılaştık. Zamanının büyük çoğunluğunu Granjdasker sokağının köşesindeki iki odalı evinde geçiren yazarın çalışmaktan yorgun düşmüş gözlerinde ve sara nöbetlerinin iyiden iyiye sararttığı yüzünde acının ve yanlızlığın bir insanda açabileceği bütün tahribatarın sonsuz kederi okunuyordu. Beni düğün törenlerinin olacağı kiliseye davet etti. Doğrusu kilise evime biraz uzaktı ama içtenliğini kıramadım ve daveti kabul ettim. Dostoyevski nedense bu veremli ve neredeyse çirkin kadına aşırı bir tutku ile bağlanmıştı. Nihayetinde 1857’de Kuznetzk Ortodoks kilisesinde evlendiler. Onları evlerinde ziyaret etme imkânım oldu ve kanaat getirdim ki Dostoyevski Mari’de kendi zavallılığının ve yoksulluğunun adeta bir müsveddesini bulmuştu. Büyük yenilgilerin, tüberkülozdan ölen baba şiddetine karşı tek sığınağı olan annenin ve köylülerinin parçaladığı bir ceset olarak sara krizlerinin belki de tek nedeni olan baba buhranlarının bütün çaresizliğini Mari’nin vücudundan yayılan zayıflık ve zavallılık duygusuyla örtmeye çalışıyordu. 1864 senesi iki ölüm birden getirir Dostoyevski’ye: karısı Mari ve küçük kızı Mişel.  O sene ben eğitimim için Avrupa’daydım. Avursturya’dan Fransa’ya geçtiğim 66 yazına kadar Dostoyevski ile ilgili hiçbir malumatım olmadı. O yaz Yurttaş gazetesinden eleştirmen arkadaşım Polin’in gönderdiği postadan bir kitap çıkar. Suç ve Ceza’dır bu. 66 senesinde bütün Rusya Dostoyevski’nin dehasının hakkını bir kez daha teslim etmiştir.

67 senesinde Rusya’ya döndüğümde Dostoyevski’nin Anna Grigoyevna ile Trinite Kilisesinde evlendiğini duydum.  Öncelikle kocası olacak adamın hayranı ve küçümsenmeyecek bir külütürel birikime sahip olan Anna, Dostoyevski’nin yazın hayatında da adeta sağ kolu olarak varlığını sürdürecektir. Geldiğim sene onların Avrupa gezisine çıkmaları Suç ve Ceza’nın bende uyandırdığı sıkıntıyı Dostoyevski’ye anlatma olanağını elimden alsa da düşüncelerimin daha anlatılabilir bir hal alması için bana gereken süreyi vermişti. 71 senesine Dostoyevski ve Anna yurda döner. Kısa aralıklarla Edebi Koca ve Budala yayımlanırsa da her iki kitap da gerekli ilgiyi görmez. Arkasından Ecinniler gelir. Yine aynı sukut suikasti.

Dostoyevski’nin hayatı tarifi için dünyanın bütün dillerinden sevinç çekimli bütün kelimeleri kaldırsak ancak karşılayabileceğimiz bir zorluklar silsilesidir. Yitimler, erken ölümler, büyük başarıların arkasında gelen ve yekunu bütün bir ömre yayılan duyarsızlıklar,  borç yığınları, küçük hataların ve erken hesaplamaların getirdiği büyük yıkımlar bu hayatın bakiyesi olabilir ancak. Bütünü için ise kitapların kokusundan bütün bir dünyayı tek bir insan duygusunun darlığında konukçu etmeye çalışmış bir adamın uzun ve tutarsız yaşama gayesi arayışı denilebilir. Dostoyevski için bir ruhum varlığı diğer tüm ruhların varlığının bir parçası olarak bu dünyadaki bütün acıların toplamından daha acıya ve aynı anda özgürlüğü yatkındır. Ruhu sonsuz yaşama aruzusuyla yanan bir ölümlü ancak tanrı zaviyesinde bu iştahına mükellef bir sofra ile karşılık bulabilir. Dostoyevski’nin nedense hep kilise gören evlerde ikame etmesinin nedenini başka yerlerde aramamak gerekir.

Bugün bu büyük acıyı bir Rus olarak yaşamış olmaktan ziyadesiyle memnunum. Onun ruhunun bizi bir kez daha bütün kaygılardan arındırıp birleştireceğine olan inancımız bu acının tasfiyesi için bize gerekli gücü ve inanma cesaretini verecektir. Kayıplarımız da bizi bir araya getirmeyecekse başka bir yoksunluktan bunu bize bağışlamasını bekleyemeyiz.  Bugün yaşananlar bize vaddedilen bir geleceğin beyanıdır. Tanrı onu ısdıraptan korosun, dünyada yaşadığı acılar kefareti olsun ve ruhu her zaman istediği gibi sonsuza kadar yaşasın. Ω (1 Şubat 1881)

Salim Nacar

İZDİHAM