1 Mart 2016

Rıfat Eroğlu, Sustuk, Sustu Sandılar

ile izdihamdergi

Köy enstitülerini anlatan bir belgesel. Belgeselde ihtiyar bir hoca –kırklı yıllarda enstitü öğrencilerinden- o yılları anlatıyor. İsmet İnönü’nün okulu ziyaret ettiği gün, her zaman çıkan ve bir his olarak doygunluk yaratmayan yemekler yerine, cumhurbaşkanının ağzına layık zengin bir menü hazırlanmış. Öğrenciler itiraz etmişler bu duruma. O zamanlar herkesin eleştiri yapabilme özgürlüğü enstitünün bir gereğiymiş. Cumartesi günleri bahçede toplanan öğrenciler, tüm şikayetlerini dile getirebiliyorlarmış. Suçlanan kişi, hazırlanan platforma çıkıp kendisini savunmakla mükellefmiş. Bu kez yemek skandalının sorumlusu müdür bey davet edilmiş sahneye. “Evet, farklı yemekler hazırlandı, kabul ediyorum. Ama cumhurbaşkanı olduğu için değil. O bir şeker hastası, perhiz yapıyor. Bu okulda hasta olan öğrencilere, revirde yatan öğrencilere, haftada bir gün pirzola çıkarmıyor muyuz? Aynı şey.” demiş adam.

Bunu nakleden yaşlı amcamız kendini zor tutuyor ağlamamak için. Hasta bir adamın perhizine uygun hazırlanmış masum bir öğün için aklından geçirdiği o kötü düşünce bir kez daha pişman ediyor onu.
Adamın hali duygulandırdı. Ömrünün son günlerini yaşayan insanlar üzer beni hep. Hele hele söz konusu ömrün son demindeki hüzne dayanamam hiç. Bkz: Ömür Dediğin! Yoksa müdürün savunmasına ikna olmuş değilim hani.
İki bin dokuzda görevli olduğum yatılı okula spor bakanının ziyaretinden bir gün önce ilk iş, bahçe önünde biriken ve okula girişi imkansız hale getiren yağmur sularının, belediyeden gelen araçla tahliye edilmesiydi. On yedi gün boyunca kimsenin aklına böyle bir şey gelmediği için, yedi yüz çocuğun taş ve tahtaların üstüne basarak tek sıra halinde girdikleri bir bahçe kapısı düşünün. Bir bakan nasıl geçer bu tahta parçalarının üstünden diye kaygılanan amir sonucu, yarım saatte tertemiz yapılan bir bahçe kapısı sonra. O gün çocuklar o okulda ilk kez et kavurma yediler. İçinde bol miktarda patates, havuç ve biberin olduğu; ararsan eti de bulabileceğin bir yemek vardı düzenli olarak tattıkları, evet. Bahsettiğim bu standart yemeğin adı, bir hafta orman kebabı, bir hafta tas kebabı, diğer hafta sulu köfte oluyordu. Sanırım yedi farklı isim sahibiydi yemek. Yani çocuklar, en kral yemekleri tadıyorlardı hiç kuşkusuz. Hiç kuşkusuz kağıt üstünde!
Üst düzeyin  ve peşine takılan sıradan düzeylerin geleceği gün, sabahın köründe bütün pansiyon boşaltıldı. Öğrenciler dışarda soğukta beklerken, pansiyon sabunlarla yıkandı. Yerlere bir anda nerden geldiğini bilmediğimiz halılar serildi aceleyle. Giriş kapısına konulan galoşlar ise yok artık dedirtti. “Yuh!” dedik hepimiz iç seslerimizle. Bütün bu olanlar olağanmış gibi sunuldu gün içinde. Olmayanlar hep içimizde! Hepimiz bürokratik bir senaryonun figuranlarıydık o gün. Başroller mi? Tabiki içimizde!
İlginç olan, kimsenin de çıkıp “Ne oluyor yahu?” demeyişi idi. Kimse itiraz etmedi. Herkes olması gerekenin bu olduğunu kabullenmişti. Düzeneği kuranlar kadar kendisi için düzenek kurulanlar da farkındaydı her şeyin.
O gün içime oturmuştu içimdekiler. Şimdi bu enstitü muhabbetinden sonra biraz daha dokundu. Bugün aynı şeyleri yaşasam diyorum, hırslanıp hesap sorarmıydım o olanlara? Çok açık bir yüreklilikle cevap veriyorum hemen ardından: hayır.
Peki ya elli yıl önce her şeye sorulan hesaptan bugün nasıl oldu da üç maymuna geldik? Ve eğer o günün ertesinde biz de müdürü topa tutup herkesin içinde hesaba çekseydik, aslında bakanın bilmediğimiz hangi hastalığını öğrenecektik?
Bu iki soruyla uğraşırken bitti belgesel.
Cevaplar mı nerede?
Rıfat EROĞLU
İZDİHAM