4 Mart 2016

Recep Kayalı, Suyun Hafızası

ile izdihamdergi

Geceleri dağlardan gelen gür su sesleri arasında uyuyorduk. Karanlığı delen su çığlıkları. Evet çığlık. Çünkü bizleri uyutmayacak kadar gürültülü gelen bu su sesi, haykırmakta olan bir kadının çığlığına benziyordu. Günün her saatinde, köyün okulundan, muhtarlık binasından, köy kahvesinden kısacası köyün her yerinden bu çığlığı duyabilirdiniz. İlginçtir ses sadece köyün camisinin içinden duyulmuyordu. Köydeki herkes bu çığlıklara alışmıştı. Konuştuğum herkes eski zamanlarda bir ayı tarafından kaçırılan genç kızın hikâyesini anlatıyordu. Ayının biri bir gün köye inmiş.  Ayının önüne çıkan insanlar korkudan sağa sola kaçışmışlar. Köye inen ayı kaçışan insanların arasından genç bir kızı seçmiş. Sonra da kızı bir daha gören olmamış. 

Yalnız bir kere dağlardan büyük bir çığlık kopmuş. Öyle ki bu ses önce taşlara, sonra da suya geçmiş. O gün bugündür su, kızın başına gelenleri anlatır dururmuş. İhsan abi “Bu suyun hafızası var” demişti. Köydeki tamirat işlerine bakardı. Bir gün toz toprak olmuş tişörtünü üzerinden çıkartıp sallayarak temizlediğinde, göğsündeki jilet izini görmüştüm. Jilet izi iki göğsünün arasındaydı. Hava çok sıcaktı. Daha önce hiç jilet izi görmemiştim. Görür görmez jileti ilk vurduğunda nasıl bir acı hissettiğini anlamaya çalıştım. İçim bir tuhaf oldu. İhsan abi tişörtünü temizleyip üstüne giydi. Göğsündeki hatırasına baktığımı anladı. Acıyla gülümseyerek  “ Etin de bir hafızası vardır” dedi.  Atların yanına gitmek istedim. İhsan abi anahtarları çıkardı. Verdi. Köyün aşağısında on beş dakikalık yürüme mesafesinde Almancı Aziz’in atları vardı. Bu atlara İhsan abi bakardı. İhsan abi atları çok severdi. Öyle para falan almazdı.  Almancı Aziz (Köye geldiğinde Aziz Bey olurdu) memleketine geldiğinde eğer İhsan amca kışın ufak tefek borç yaptıysa onlardı öderdi.

Yol kenarındaki böğürtlenleri yiyerek atların yanına geldim. Yorgun atları seyrediyordum. Sabah koşmuşlardı. Şimdi su içiyorlardı. İçeride üç at vardı. Kahverengi, parlak tüyleri olan isimsiz atın yanına gittim. Alnının ortasında bembeyaz bir leke vardı. Allah onu yarattığında alnından öpmüş olmalıydı. Atın lekesini okşadım. O beyaz lekeden avucuma, avucumdan içime bir şeyler aktı. Sıcacık bir su damlasının bedenimde akmasına benzer bir histi bu. Nedendir bilinmez içime bir sevilme isteği doğdu. Bu ara ara olurdu. Birileri başımı okşasın isterdim.  Tam şu anda başım okşansa ne güzel olurdu. Başım ben yorgunken okşansaydı. Gitmek istediğimde “Kal” der gibi okşansaydı. Mesela Allah okşasaydı başımı. “Düşünme bunları” deseydi. “Yorgunsun. Yat uyu” deseydi. Böyle zamanlarda boğazıma kocaman bir elma parçası takılmış gibi hissederdim.

Atın gözlerine baktım. Çok güzellerdi. Boynuna sarıldım. Başını omuzlarıma doğru eğdi. Burnundan verdiği nefes sırtımda sıcak bir rüzgâr oluşturdu. Ellerim bu isimsiz atın yelelerinden sırtına doğru gidip geliyordu. Sabahları ahırın kapısı açılırdı. Uzun ve etrafı çitlerle çevrili bir arazide koşuyordu atlar. Doğrusu diğer iki at koşuyordu. Çünkü içlerinden sadece bu isimsiz at koşmazdı. Yürürdü. Ne zaman koşmaya başlasa dağlardan, sudan gelen o kadın çığlığını duyduktan sonra, başını bir şeylerden utanmış gibi yavaşça öne eğer, ardından koşmayı bırakıp yürümeye başlardı. Üstüne kimseyi bindirmiyor, sanki İhsan abiyle arasında gizli bir anlaşma varmış gibi çitlerin yanına bile yanaşmıyordu. Sabahları İhsan abi’nin şekerli sütün içine doğradığı ekmekleri kaşıklarken bu isimsiz atın yürüyüşünü seyrederdik.  İsimsiz atı her izlediğimizde İhsan abi’nin gözleri dolardı.”Bir gün bile şu çitlere yanaşmadı” derdi İhsan abi. Bu atın annesi de çok güzelmiş. Nasıl olduğunu anlamamış.  Bir gün ahıra geldiğinde hayvanı öyle yatarken bulmuş. Birden ölmüş hayvan. İhsan abi “Öksüzüm benim” diye severdi atı.

Bir gün İhsan abi muhtarlık binasını boyarken birden işi bırakmış. Dağlardan gelen çığlık sesi içinden gelen sesleri bastıramamış. Uçsuz bucaksız dağ yollarına bakarken bulmuş kendisini. Eskiden kamyon şoförüymüş. Tanırmış bütün yolları. Evini, karısını, çocuğunu bırakmış. Gelmiş buralara. Anlatırken uzun uzun susuyor İhsan abi. Konuşsa ağlayacağını biliyor. Bekliyor biraz. Yutuyor boğazında biriken gözyaşı getirecek tükürüğünü. Sonra devam ediyor. Gençken bir kızı sevmiş. İlk defa oluyormuş.”İlk defası pek fena oluyormuş” dedi İhsan abi. Söylemiş niyetini kıza. Kızın gönlü yokmuş bizim İhsana abi’de. O ara askerlik çıkmış başına. Şimdiki gibi değil tabi o zamanlar askerlik. Gidince bayağı bir dönmüyorsun. Uzun zaman sonra dönmüş askerden İhsan abi. Evinin sokağının başladığı dönemeci dönerken kızın kucağında bir bebekle bakkalın önünde beklerken görmüş. Kız anneliği ipekten bir elbise giyer gibi yakıştırmış üstüne. Bakkaldan bir adam çıkmış. Yakışıklı, boylu poslu. Kocaman gülümsemiş kız. Gözlerinde ay doğmuş. Adam bebeği öpmüş. Kolunu kızın omzuna dolamış. Yavaş yavaş kaybolmuşlar sokakta. Çok koymuş İhsan abiye bu mutlu aile tablosu. Çekmiş kafayı o gece. Kuru sulu ne varsa götürmüş. Kafası güzel ya vurmuş jileti göğsüne. Üstte beyaz gömlek. Gece yarısını geçmiş saat. Eve gelmiş. Sızıp kalmış koltukta. “Annemin” diyor İhsan abi “ Aklı gidecekti”. Kadın beyaz gömleği öyle kanlı görünce basmış ağıdı. Bir süre sonra anlamış durumu. İhsan abinin hali iyi değil. Bulmuş birini. Evlenmiş İhsan abi. Hemen çocuk. Güzel güzel yaşarlarken bir şey olmuş. Hani tıkır tıkır çalışan araba birden yolda durur ya öyle bir şey olmuş. Memleketin orasına burasına yük taşırmış İhsan abi.  Bir gün yola çıkmadan önce karısına “ Gidiyorum ben “ demiş. Kadın anlamış durumu. Kadınlar zaten hep anlar durumu. Bakmış biraz İhsan abinin yüzüne. Ağlaması varmış ama ağlayamamış kadın. Eğilmiş başını tamam der gibi sallamış. “Kimse öyle eğemez başını “ dedi İhsan abi. Tek nefeste bitirdi sigarasını. Eliyle kafasına vurdu. “Götüm ben” dedi. “ Bildiğin göt.”.  Kendisini ait hissedememiş, yıllarca denemiş olmamış. Sonra gelmiş yerleşmiş buraya. Bıraktığında oğlu ilkokula başlamış. Görmemiş bir daha.  Ama haberi geliyormuş bir yerlerden. Şimdi üniversitedeymiş. Bunu anlatmıyordum aslımda. Neyse. İşte bir gün muhtarlık binasını boyarken onları terk ettiği geceki gibi bir his almış bunu eline. O gece geri dönmek istemiş. Ancak geri dönmenin gitmekten daha zor olduğunu sonradan öğrenmiş. “ O gece koştum” diyor İhsan abi. “Ama göt kadar yer. Dön dolaş aynı”. Ardından atları gösterdi. “Sonra bunların yanına geldim” dedi

İhsan abinin içi taşmış. Koşmuş, kusmuş, düşmüş ama geçmemiş. Derdini bu isimsiz ata anlatmış. Atın alnındaki lekeye kafasını koyunca içine bir şeylerin aktığını hissetmiş. Sıcak bir şeymiş. İçine geçerken o sıcak şey, kafasını atın kafasından kaldırmamış. İçi o sıcak şeyle dolunca başlamış ağlamaya. İsimsiz at başıyla gözyaşlarını silmiş İhsan abinin. Gözyaşı atın lekesine değince daha bir parlamış atın lekesi.  Yemin billâh ediyor. Binmiş atın üstüne. Dolaşmışlar biraz. Karanlık gecede dolaşmışlar. Buralarda öyle her yerde ışık falan yok. Dağlardan kopuyor çığlık sesi. Deli karanlık dışarısı. Atın gözyaşı damlamış beyaz lekesi el feneri gibi yanıp sönüyormuş.  İhsan abi abartıyor olabilir tabi. Ancak gözlerini kocaman yaptı, sütün içine ufaladığı ekmeklerden geride kalanı öptü. “Vallahi ampul gibi,el feneri gibi parlıyordu bunun lekesi” dedi.  Anlatırken heyecanlanmış, elleri titremişti. Elleri titrediği için elinde tuttuğu tastan yere birazcık süt dökülmüştü. Yere dökülen süte baktı. Heyecanlandığı için biraz utanmış gibiydi. Tası yere bıraktı. Derin bir nefes aldı. Kirden kararmış beyaz gömleğinin yakasını kaldırıp eliyle ensesindeki teri sildi. Kalktı.  Atları tek tek  ahıra götürmeye başladı. En son isimsiz kahverengi at kalmıştı. At diğerlerinin ahıra girdiğini görünce kendiliğinden yavaş yavaş girdi içeri. İhsan abi dönüşte sütlü ekmek dolu tası aldı. Söğüt ağacının altında uyuklayan kedilerin önüne bıraktı. Anlattıklarından dolayı içi rahatlamış gibiydi. Yüzünü yıkamak için camiinin şadırvanına gitti. Musluğu açtığından derinlerden gelen bir çığlık sesi duyuluyordu.

                                                                                                      

 

Recep Kayalı

İZDİHAM