27 Aralık 2017

Ray Bradbury, Son Yaya

ile izdihamdergi

Sisli bir kasım akşamı saat sekizde kentin büründüğü o sessizliğe girmek, genleşen beton kaldırıma basmak, üzeri et kaplı çatlakları adımlamak ve elleri cepte sessizliklerin arasından yürümek: Bay Leonard Mead’in yapmayı en çok sevdiği şey buydu işte. Bir kavşağın köşesinde durur, ay ışığının aydınlattığı dört yöne doğru uzanan yaya kaldırımlarına bakar, hangi yana gideceğine karar vermeye çalışırdı, ama aslında hiç de önemi yoktu bunun; MS. 2052 yılının bu dünyasında yapayalnızdı, ya da onun gibi bir şey; sonunda kararını verir, bir yol seçer ve önüne sigara dumanı gibi buzlu hava kalıpları göndererek yürümeye koyulurdu.

Kimi zaman saatlerce, millerce yürür ama evine dönmesi ancak geceyarısını bulurdu. Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da, pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten pek farkı yoktu. Bir perdenin gece karşı henüz çekilmemiş olduğu oda duvarlarında birdenbire gri hayaletler ortaya çıkar, ya da mezar – benzeri bir yapının hala açık penceresinden fısıltılar ve mırıldanmalar duyulurdu.

Bay Leonard Mead duraklar, başını çevirir, dinler, bakar ve ayakları yumru yumru kaldırımda hiç ses çıkarmadan yoluna devam ederdi. Çünkü uzun süre önce akıllılık edip gece dışarı çıkarken altı lastik pabuçlar giymeye başlamıştı; yoksa topuklu pabuçlar giydiği zaman, küme küme köpekler kendisine havlayarak eşlik ediyordu, ayrıca ışıklar yanabilir, yüzler belirebilir ve yüm bir sokak, kasım akşamında yalnız başına geçen bir biçim, yani kendisi yüzünden ayağa kalkabilirdi.

Bu akşam, yolculuğuna batı yönünde, gizlenmiş denize doğru başladı. Havada güzel, billur bir don vardı; burnu sızlatıyor, ciğerleri bir noel ağacı gibi içten alevlendiriyordu; soğuk ışığın yanıp söndüğü hissediliyordu, tüm dallar görünmeyen bir karla örtülmüştü. Zevkle, yumuşak pabuçlarının güz yaprakları içinde çıkardığı belirsiz çıtırtıları dinledi, dişlerinin arasından soğuk, dingin bir ıslık çıkıyordu. Geçerken yerden ara sıra bir yaprak alıyor, seyrek lamba ışıklarında iskeletini inceliyor, paslı kokusunu içine çekiyordu.

“Hey, içerdekiler, selam,” diye fısıldıyordu geçtiği her eve. “Bu gece Kanal 4, Kanal 7, Kanal 9’da ne var? Sığır çobanları nereye koşuşuyorlar böyle, ya Birleşik Amerika Süvarileri öbür tepenin üzerinden yardıma geliyorlar mı?”

Sokak sessiz, uzun ve boştu, yalnızca açık ovada bir atmacanın gölgesi gibi hareket eden kendi gölgesi vardı. Gözlerini kapayıp, donmuş gibi hiç kımıldamadan dursa, kendini bir ovanın ortasında, soğuk, rüzgarsız, tek bir ev olmayan, arkadaş olarak yalnızca kuru ırmak yataklarının ve sokakların bulunduğu bir Arizona çölünde düşleyebiliyordu.

“Saat kaç şimdi?” diye sordu evlere, bileğindeki saate bakarak. “Akşam sekiz buçuk mu? Bir sürü, çeşit çeşit cinayet zamanı, değil mi? Bilgi yarışması? Bir revü? Sahneden düşen bir komedyen?”

Ay beyazı bir evden gelen bir kahkaha mırıltısı mıydı bu? Duraksadı, ama başka bir şey olmayınca yoluna devam etti. Yaya kaldırımının düzgün olmayan bir yerinde tökezledi. Çimento, çiçek ve otlarında altında seyreliyordu. Gece gündüz, binlerce mil yürüdüğü on yıl boyunca, yürüyen başka biriyle hiç karşılaşmamıştı, bir kez bile.

İki anayolun kenti çaprazladığı yerde sessiz duran bir yoncayaprağı kavşağa geldi. Gün boyunca gök gürültüsüne benzer bir araba seli olurdu burada, benzin istasyonları açık, çabalayan büyük bir böcek ve bokböcekleri gibi ardı arkası kesilmeyen bir yer arayışı, egzostlardan çıkan belli belirsiz bir duman, uzak evlere doğru yolculuk. Ama şimdi bu anayollar kuru mevsimde birer deve gibiydiler, hepsi taş, yatak ve ayışığı.

Bir yan sokaktan geri dönerek evine doğru yola koyuldu. Hedefinin bir blok yakınındaydı ki bir araba ansızın köşeyi dönerek üzerine delici bir ışık konisi savurdu. Aydınlıktan şaşkına dönüp sonra da ona doğru çekilen bir gece güvesi gibi, büyülenmişçesine durdu.

Metalik bir ses kendisine seslendi:

“Ağır ol! Olduğun yerde kal! Kımıldama!”

Durdu.

“Eller yukarı!”

“Ama-” dedi.

“Eller yukarı! Yoksa vururuz!”

Polis elbette, ama ne ender, ne inanılmaz bir şey; üç milyonluk bir kentte yalnız bir tane polis arabası vardı, doğru değil miydi? Bir yıl çağdan, seçim yılı olan 2051’den beri kuvvetler üç arabadan bire indirilmişti. Suç oranı azalıyordu; bu, sokakları dolaşıp duran tek araba dışında artık polise gerek yoktu.

“Adınız?” dedi polis arabası metalik bir fısıltıyla. Gözlerine vuran parlak ışık yüzünden içerdeki adamları göremiyordu.

“Leonard Mead.” dedi.

“Yüksek sesle!”

“Leonard Mead!”

“İş ya da meslek?”

“Sanırım yazarlık.”

“Mesleği yok,” dedi polis arabası kendi kendine konuşurcasına. Işık yüzünden kımıldayamıyordu, göğsüne iğne saplanmış bir müze eşyası gibiydi.

“Öyle sayılır,” dedi Bay Mead. Yıllardır yazmamıştı. Dergi ve kitaplar artık satmıyordu. Her şey geceleyin mezar – benzeri evlerde oluyor artık, diye düşündü, hayalini sürdürerek. Mezarlar, televizyon ışığıyla kötü bir biçimde aydınlatılmış, insanların ölü gibi oturduğu; gri ya da çokrenkli ışıkların yüzlerine dokunduğu, ama gerçekte onlara dokunmadığı mezarlar.

“Mesleği yok,” dedi pikap sesi ıslık çalarak. “Dışarıda ne yapıyorsunuz?”

“Yürüyüş,” dedi Leonard Mead.

“Yürüyüş!”

“Sadece yürüyüş,” dedi ama yüzü buz kesmişti.

“Yürüyüş, sadece yürüyüş mü?”

“Evet efendim.”

“Nereye? Ne için?”

“Hava için. Görmek için.”

“Adresiniz?”

“Onbir Güney Saint James Caddesi.”

“Evinizde hava var, değil mi, Bay Mead?”

“Evet.”

“Görüntülü bir ekranınız da var, görmek için, değil mi?”

“Hayır.”

“Hayır mı?” Kendi içinde bir suçlama olan çıtırtılı bir sessizlik çöktü.

“Evli misiniz Bay Mead?”

“Hayır.”

“Evli değil,” dedi polis arabası ateşli pırıltının ardında. Ay, yıldızların arasında yüksek ve berraktı, evlerse gri ve sessiz.

“Kimse istemedi beni,”dedi Leonard Mead gülümseyerek.

“Sizle konuşulmadıkça konuşmayın!”

Leonard Mead soğuk gecede bekledi.

“Sadece yürüyüş mü, Bay Mead?”

“Evet.”

“Ama ne amaçla olduğunu açıklamadınız.”

“Açıkladım; hava için, görmek için ve yürümek için.”

“Bunu sık sık yapar mısınız?”

“Yıllardır her gece.”

Polis arabası radyosu belli belirsiz vızıldayarak caddenin ortasında duruyordu.

“Pekala, Bay Mead,” dedi.

“Hepsi bu mu?” diye sordu kibarca.

“Evet,” dedi ses. “Buraya.” Bir iç çekiş, bir patlama oldu. Polis arabasının arka kapısı açıldı. “Girin.”

“Bir dakikia, ben hiçbir şey yapmadım!”

“Girin!”

“İtiraz ediyorum.”

“Bay Mead.”

Ansızın sarhoş olmuş gibi bir adım yürüdü. Arabanın ön penceresini geçerken içeri baktı. Umduğu gibi, ön koltukta, daha doğrusu arabada hiç kimse yoktu.

“Girin.”

Elini kapıya koyup arka koltuğa göz attı, burası küçük bir hücreydi, parmaklıkları olan küçük, kara bir kodes. Perçinlenmiş çelik kokuyordu; çok temiz, katı ve antiseptik kokuyordu. Yumuşak hiçbir şey yoktu orada.

“Tanık olarak gösterebileceğiniz bir karınız olsaydı,” dedi ses. “Ama-”

“Beni nereye götürüyorsunuz?”

Araba duraksadı, daha doğrusu vızıldayan bir klik sesi çıkardı, sanki bir yerde, elektrik gözlerin altında, zımba delikli bir kart, bir bilgi kartı çıkarıyordu. “Geçmişe Özlem Eğilimleri Üzerine Psikiyatrik Araştırma Merkezi’ne.”

Bindi. Kapı yumuşak bir sesle kapandı. Polis arabası gece yolları içinden titrek ışıklarını ileriye uzatarak geçti.

Bir an sonra bir sokakta bir evden geçtiler, evlerin karanlık olduğu bir kentteki bir evden, ama bu özel evin tüm ışıkları parıl parıl yanıyordu, her pencere soğuk karanlıkta dörtgen ve sıcak olan sapsarı bir parıltıydı.

“Bu benim evim,” dedi Leonard Mead.

Kimse karşılık vermedi.

Araba boş ırmak – yatağı caddelerinden geçerek, boş caddeleri boş kaldırımlarla geride bıraktı, ne bir ses ne de bir hareket oldu kasım gecesinin ayazında bundan sonra.

 

Ray Bradbury

İzdiham