3 Mart 2016

Peter Nadas , Ölümle Baş Başa

ile izdiham

Macar yazar Péter Nádas, Ölümle Baş Başa adlı kitabında insanın, başına gelenlerle nasıl geriye dönülemez biçimde değiştiğini sadece keskin bir gözlem gücüyle, zarif ayrıntıları başarıyla kullanarak anlatıyor.

Hikâyeler de değişir. Farklı tecrübeler, okumalar, sürprizli kırılmalar ve derinleşmelerle dönüşen hayatlarımız gibi hikâyelerin de kendi iç hareketleri vardır. Hikâye nehrimiz genişleyip denize dökülürken ne çok hatıra, gizli kalmış duygu, gün ışığına çıkamamış düşünce biriktirdiğimizi fark edip şaşırırız. Bu da ancak başkalarının hikâyelerine tanıklık etmekle, onların değişimini kendimizinkiyle idrak edebilmekle gerçekleşir. Nereden gelip nereye gittiğimizi, bu dünyada kim olduğumuzu anlayabilmenin yolu biraz da sevdiğimiz yazarları anlama çabasıyla mümkündür diye düşünürüm. Hayatımızın olay örgüsü, kahramanlarımız, geçmiş, gelecek ve zaman tasavvurumuz uçurum kenarlarında dolaşmayı seven yazarlarla pek örtüşmeyebilir ama yine de onların anlatılarında saklı olan ‘hazinenin’ sıradan sandığımız hikâyelerin içinde mutlaka anlamlı bir karşılığı vardır. Duygu sistemimiz, bilincimiz bunu yaşarken hemen kaydedemese de söz konusu yazarla kurduğumuz o ‘mahrem ilişki’, mana katmanlarını bir gün mutlaka beklenmedik bir anımızda kendine has sırlarıyla gösterecektir.

Macar yazar Péter Nádas’ın Türkçede okuduğum ilk kitabı Ölümle Baş Başa’nın son sayfasını çevirirken hikâyelerle birlikte değiştiğimizi bu sebeplerle düşündüm. Thomas Mann, Robert Musil ve James Joyce’la karşılaştırılan, halihazırda dünya edebiyatının önemli yazarlarından biri olarak anılan, Nobel aday listesinde de adı geçen Nádas’ın çocuksu bakışıyla olgunluk ve yaşlılık arasında salınan anlatımı, bir okur olarak kendi gelişimimi oluşturan işaretleri de hatırlattı bana. Gazetecilik ve fotoğrafçılık da yapmış olan Nádas’ın 1967’de yayımlanan ilk kitabı, elimizdeki öyküler toplamının ilk hikâyesi olan “Kutsal Kitap” ile aynı adı taşıyor. Daha ilk hikâyeden anlatımının sadeliğinde gizli olan derinlikli bakışı hissetmemek mümkün değil. Bu öyküde yaşadığı çevreyi sezgileriyle kavramaya çalışan bir çocuğun, ailesinden bağımsız kendi doğrularıyla yalanlarını ayırt edebilmek için verdiği mücadeleye tanık oluyoruz. Neredeyse bir novella gibi kurgulanmış hikâyenin anlatıcısı çocuk, iç sesiyle ‘inancı’ keşfedişini ve bunun gündelik hayatın pratikleriyle çatışan yanlarını gösteriyor okura: “Koltuğa gömüldüm, Kutsal Kitap’ın nefes kadar hafif pelür yapraklarını çevirmeye başladım. ‘On Emir’i arıyordum. Arada ilginç birkaç yere rastladım, sonra sabrım tükendi sayfaları çabuk çabuk çevirmeye başladım, fakat yalan söyleme ve gammazlama yasağını hiçbir yerde bulamadım.” Çocuk evde çalışan hizmetkar Sizidike’den ve aslında yabancılaştığı bütün dünyadan şüphe ediyor. Hikâye geliştikçe çocukken benliğimizi kemiren bütün korkuların hayatımızı nasıl şekillendirdiğini de izliyoruz.

Keskin bir gözlemci ve zarif ayrıntılar

Hikâyelerin sıralaması kitabın orijinalinde de böyle mi bilmiyorum ama bu seçkideki dizilim, hikâyelerimizin de hayatla birlikte değişimini gösterdi bana. İstemeden hırsızlık yapan bir kadını kurtarmak isteyen çocuk, ikinci hikâyede annesini kaybedince artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını fark ediyor. Nádas’ın şiirsel dili bir yana boşlukta salınan ayrıntıları okura incelikle gösterebilmesinin ardındaki marifette sanırım fotoğraf sanatına olan merakı da etkili. Annesinin öldüğünü söyleyemeyen babasının yarasını saran çocukla babasının paylaştığı o ürkütücü sessizlikte, çocuğun gözleri vahşi rüzgarlarla sallanan ağaçlara takılıyor ve sağa sola eğilen o renkli dalları asla unutamayacağını anlıyor çocuk. Mezarlıklardaki çiçeklerin neden kırdakilerden başka olduklarını meraklı bakışlarıyla gösterirken, soru sormadan tek başına dünyayı anlamayı keşfediyor.

Péter Nádas, insanın başına gelenlerle nasıl geriye dönülemez biçimde değiştiğini sadece keskin bir gözlemci, bir ‘tanrı yazar’ gibi değil aynı zamanda böyle zarif ayrıntılarla biçimlendirerek, okurun o hikâyede özgürce, kendi duygusal çalkantılarıyla dolaşmasına da müsaade ediyor ve sanırım haklı şöhretini biraz da esneyebilen bu bakışına borçlu. Çocuklara dair bir hikâye anlatırken, “Çocuklar korkularının nesnesine saygı duyarlar, çünkü (inkâr etseler de) içgüdüsel olarak korkularının nesnesine benzemek isterler, çünkü korkularının nesneleri arasında fark olabileceğini henüz bilmezler, korkunç olmanın en azından korkmak kadar dehşetli olabildiğini henüz öğrenmemişlerdir.” türünden tumturaklı bir cümle kurmakla yetinmiyor. O korkuyu belirleyen atmosferi de sihirli anlatımıyla hikâye ediyor yazar.

‘Ruhun belleği olmadan beden anlaşılamaz’

Beni şiddetle çarpan son hikâye, kitaba da ismini veren “Ölümle Baş Başa” oldu. Nádas’ın kendi yazarlık serüveniyle, yaşadıklarıyla bağını açıktan gösteren bu uzun anlatı, felsefi tahlilleri, insana dair tespitleri ve edebi lezzetiyle denememsi bir hikâye yazmayı tercih etmiş olduğunu düşündürdü bana. Elli yaşlarında kendini düşünsel ve fiziksel yeteneklerinin doruğunda bir adam olarak tanımlayan anlatıcı kendi ölüm anıyla yüzleşmesini aktarıyor. Ölüm korkusunun saçının son teline kadar bedenini sarışından, o karanlık âna yuvarlanışındaki manevi derinliği keşfedişine kadar uzanan ‘sonsuz’ yolculukta bir ölünün zamandan bağımsız algısıyla nefes alıp vermek doğrusu beni çok heyecanlandırdı. O ânın içinde kendisinden koparak anlatma biçimi, okuduklarımın arasında ölümü anlatmayı deneyen hiçbir yazarınkine benzemiyordu. Ölümün sessizliğine uzanıp geri dönen yazar, metafizik özellikler taşıyan bu öyküde yazıyla yaşayan bir insanla ölüm arasında kurduğu rabıtayı da gösteriyordu. Başlangıçta bedensiz olan ruhun sonsuza kadar bedensiz olacağını, insana dair her şeyin ötesine geçen o alacalı yolculukta görebilmişti. Onu sürükleyen kuvveti okurken o gücü hem içimde hem de dışımda ürpererek hissettim: “Bu dünyevi bir şey olamaz, ben bu harikuladeliği hissetmek için bir şey yapmadım ki, oysa başkalarıyla paylaştığım fiziksel varlığımda bunu hep arzulamış, hiçbir zaman başaramamıştım. Bu son deneyimimi hiç kimseyle paylaşamayacağımı bilmek bana çok eğlenceli geldi. Demek ki yaşamım, neyin yakınına sokulmam gerektiğini hissettiğim birkaç şanslı andan ibaretmiş.” Hayat hikâyelerimizi oluştururken, yazarken ayrıntıları titizlikle seçen ruhumuz, zaman ve mekan algısını yitirdiğinde tam ne oluyordu. Belki de gerçek soru buydu!

Yazarın hatırlattığı gibi, ölümün eşiğinde, zaman algısının dışına çıkıp kavramlarla, sözcüklerle bu dünyanın gerçeklikleriyle öğrendiğimiz tecrübelerle ölümü tarif etmek kolay değil, hatta neredeyse imkânsız. Nádas’la birlikte uçuşan düşüncesiz gölgelerde kendimi karanlığın huzuruna teslim ederken onun gibi Rilke’yi gördüm. Ben de “Omzumuzun ardındaki sessiz melekler” derken ne anlatmak istediğini anladım sanki. Bilincim parçalanınca da onun gibi sayıkladım: “Eğer doğa bize egemen olmasaydı, sanırım hepimiz çoktan tımarhaneyi boylamıştık!”

Umarım Can Yayınları Türkçeye uzun hikâyeleriyle kazandırdığı Péter Nádas’ın romanlarını da en kısa zamanda yayımlar. Diliyle, benzersiz hayat/ölüm algısıyla, merhametli dokunuşlarıyla has edebiyat severleri fazlasıyla mutlu edeceğine inandırıyor çünkü.

Değerlendirme: Esra Yalazan
İzdiham