12 Nisan 2017

Ortega y Gasset, İnsan ve Herkes

ile izdiham

Geçen ilkbaharda verdiğim “İnsan ve ‘herkes’ konulu dersler”i bıraktığım yerden yeniden ele alırken, o derslerde neye ulaşılmış olduğunu açıkça belirlemek ve burada gözönünde bulundurmak gerekiyor. Önceki dizide varılmış ve aydınlatılmış kavramların şimdi dinleyicilerimin zihninde hazır bulunmasını sağlamak açısından zorunlu olan özeti bu yılın dizisini oluşturan dört derse yüklememek, toplumbilim öğretiminin yeni konularına dosdoğru dalabilmek için, en vazgeçilmez olan noktaları bu sayfalarda toplamanın yararlı olacağını düşündüm.

Günümüzde yaşanan tarihsel sıkıntıların önemli bir bölümünün ancak toplumbilimin aydınlatabileceği sorunlar konusunda açıklık bulunmayışından ileri geldiğini; sıradan insanın bilincindeki o açıklık eksikliğinin de toplumbilim kuramının içinde bulunduğu acınacak durumdan kaynaklandığını belirtmekle işe başlamıştım. Politika, devlet, hukuk, topluluk ve topluluğun bireyle ilişkisi, ulus, devrim, savaş, adalet, vb.nin –yani şu son kırk yılda en çok sözkonusu olan şeylerin– ne olduğu konusunda iyi niyetle fikir edinmek isteyen bir kimsenin günümüzde yararlanabileceği toplumbilim öğretilerinin yetersizliği, en basit toplumsal olguları toplumbilimcilerin kendilerinin de yeterli ciddiyetle, derinine, yani köklerine inerek çözümlemiş olmayışından kaynaklanmaktadır. Saydığımız kavramlar toplamının hepten belirsiz ve çelişkili oluşu bundandır.

Aslına bakarsanız, toplumun ne olduğunu ivedilikle açığa çıkarmak durumundayız; çünkü bu yapılmadıkça sözkonusu kavramların hiçbiri açık seçik bir içerik kazanamaz. Ancak şu da var ki, ilkin toplumun belirtilerini, toplumun dışavurumu sayılan olayların hangileri olduğunu, nelerden oluştuğunu açık seçik görmedikçe de toplumun ne olduğu hakkında aydınlık bir görüntüye ulaşmanın yolu yok. İşte bundan ötürü, toplumsal denilenin genel niteliğini belirlemek zorundayız.

Ancak, toplumsalın kendine özgü bir gerçeklik olduğu da belli değil. Yalnızca başka gerçeklerin bir birleşimi ya da sonucu olabilir, tıpkı cisimlerin gerçekte moleküllerin, moleküllerin de atomların birleşiminden başka bir şey olmayışı gibi. Eğer hemen her zaman sanıldığı gibi –ki bunun sonuçları XVIII. yüzyılda büsbütün ağır olmuştur– toplum yalnızca bilinçli bir iradeyle “birleşerek toplumlaşan” bireylerin yarattığı bir eserse, dolayısıyla toplum “ortaklık”tan başka bir şey değilse, kendine özgü, sahici bir gerçekliği yok demektir, o zaman toplumbilim diye bir şeye de gerek kalmaz. Bireyi incelemek yeterli olacaktır.

Şimdi, herhangi bir şeyin tam anlamıyla ve kesinlikle gerçeklik olup olmadığı sorusunu yanıtlamanın tek yolu, felsefi çözümleme ve yordamın radikal araçlarından yararlanmaktır.

Çünkü yapılması gereken şey, özgün gerçeklikler –yani artık bir başka gerçekliğe indirgenemeyecek gerçeklikler– toplamı içinde, bizim belirsiz bir deyimle “toplumsal olaylar” diye adlandırdığımıza karşılık veren bir şey var mı diye araştırmaktır.

Bunu başarabilmek için, bütün diğer gerçekliklerin şu ya da bu biçimde içinde yer aldıkları temel gerçeklikten yola çıkmak durumundayız. O temel gerçeklik bizim, her birimizin yaşantısıdır ve her birimiz, yaşantımızın oluşturduğu o ortamda, toplumsalın başka herşeyden ayrı ve indirgenemez bir şey olarak görünüp görünmediğini çözümlemesi gereken kişileriz.

Yaşantımızın alanında biz –Tanrı denen aşkın sorunu bir yana bırakacak olursak– mineralleri, bitkileri, hayvanları ve öteki insanları buluruz; bunlar birbirine indirgenemezler, dolayısıyla sahici birer gerçekliktirler. Toplumsal, yalnızca insanlara özgü bir nitelik olarak görünür. Aslında hayvan toplumlarından da –arı kovanı, karınca ve termit yuvası, sürü– söz edilir ama, işin ayrıntısına girmeksizin, insanın gerçekliğinin hayvan gerçekliğine indirgenememiş olması, en azından şimdilik, toplum sözcüğünü “insan toplumu”ndan ve “hayvan toplumu”ndan söz ettiğimizde eşanlamlı sayamamamız için yeterlidir. Dolayısıyla:

1) Toplumsal, insan eylemlerinden ya da davranışlarından oluşur – insan yaşamının bir olgusudur. Ancak insan yaşamı herkesin kendi yaşantısıdır, bireysel ya da kişisel yaşantıdır ve herkesin olduğu ben’in belli bir ortamda –genelde dünya diye adlandırdığımız şey– varolmak durumunda bulunması, o anda varolduğu güvencesinden yoksun bulunması, o varoluşunu güvence altına alabilmek için hep –maddeten ya da zihinsel olarak– bir şeyler yapar durumda bulunmasıdır. O uğraşların, eylemlerin ya da davranışların tamamı işte bizim yaşamımızdır. Çünkü ancak kendim için ve kendi amaçlarım doğrultusunda yaptığım şey, dar ve ilkel anlamıyla insani sayılabilir; başka bir deyişle, insani olay her zaman için kişisel bir olaydır. Bu demek oluyor ki:

a) bende tam anlamıyla insani olan şeyler, ancak kendi düşündüğüm, istediğim, duyumsadığım ve bedenimle uyguladığım, benim yaratıcı öznesi olduğum şeyler, ya da onunla aynı kapıya çıkan, benim ben olarak başımdan geçenlerdir;

b) dolayısıyla, ancak bir şeyi kendi hesabıma, anlamının bilincine vararak düşündüğümde, düşünüşüm insani olarak nitelenebilir. Yalnızca benim için bir anlamı olduğundan ötürü, yaptığım, yani anladığım şey insanidir;

c) dolayısıyla, her insani edimde, edimin kaynağında bulunan ve bu nedenle ondan sorumlu olan bir özne vardır;

d) bunların sonucu olarak, çevremdeki herşeyle –mineraller, bitkiler, hayvanlar, öbür insanlar– beni doğrudan ilişkiye sokan insani yaşantım, özünde yalnızlıktır. Dişim ağrıdığında canı yanan yalnızca ben olabilirim. Sahiden düşündüğüm –yani salt birilerinden duyup da öylesine yinelemediğim– şeyi yalnız ben ya da yalnızlığımın içinde ben düşünmek durumundayım.

Ama toplumsal olay yalnızlık içinde insani yaşamımızın bir davranışı değildir, öbür insanlarla ilişki içinde bulunduğumuz ölçüde ortaya çıkar. Yani dar ve ilkel anlamda insan yaşamı değildir;

2) Toplumsal olay insan yaşamından değil, insanların birlikte yaşamalarından doğan bir olaydır. Birlikte yaşamak dediğimizde, iki bireysel yaşantı arasındaki ilişki ya da karşılaşmayı anlıyoruz. Örneğin ana-babayla çocuklar, sevgililer, arkadaşlar diye andıklarımız bir biçimde birlikte yaşayan kimselerdir. Ortak yaşamda hep, bir bireyin o niteliğiyle –yani yaratıcı ve kendi etkinliğinden sorumlu, yaptıklarını kendisi için anlam taşıyor diye, o anlamın bilincinde olduğu için yapan bir özne– kendisiyle aynı özelliklere sahip bir başka bireyi etkilemesi sözkonusudur. Belirli bir birey olarak baba, yine belirli ve eşsiz bir birey olan oğluna yönelir. Ancak, ortak yaşam olayları, kendi başlarına ele alındıklarında toplumsal olay sayılmazlar. “Birliktelik ya da iletişim” diye adlandırılması gereken şeyi oluştururlar: bir bireylerarası ilişkiler dünyasını.

Ama bambaşka bir dizi olayı ele alalım, selam verme, trafik memurunun belli anlarda karşıdan karşıya geçmemizi engellemesi gibi. O olaylarda insan, eylemi –el vermemiz ya da memurun yolumuzu kesme hareketi– kendi tasarladığı ya da içinden geldiği için, yani sorumluluğunu üstlenerek yapıyor değildir; öteki insana yönelişi de belli bir birey oluşundan ileri geliyor değildir. İnsan o tür eylemleri özgün iradesi olmaksızın, çoğu kez de isteğine aykırı olarak yapar. Hatta –selamda açıkça görüldüğü gibi– yaptığımız şeyi, el vermeyi, anlamayız, bizim için bir anlamı yoktur, bir tanıdığa rastgeldiğimizde yapmamız gereken niçin başka bir şey değil de budur, bilmeyiz. Çünkü o eylemlerin kaynağı biz değiliz; biz onların salt uygulayıcısı oluruz, tıpkı konulan plağı seslendiren gramofon ya da belli mekanik hareketlerini uygulayan robot gibi.

O eylemlerin kaynağındaki asıl özne kimdir peki? Ne kendi icadımız ne de irademizin ürünü olduklarına göre, neden yaparız onları? Bir tanıdığa rastladığımızda el veririz, çünkü öyle yapılır. Polisin karşıya geçmemizi engellemesi aklına öyle estiğinden ya da kendi isteğine uyduğundan değildir, öyle buyruk aldığındandır. Ama o yapılanların kaynağındaki sorumlu özne kimdir? İnsanlar, ötekiler, “herkes”, topluluk – yani: belirgin olarak hiç kimse.

İşte bunlar öyle eylemlerdir ki, bir yandan insanidirler, çünkü zihinsel tavırlardan ya da insana özgü davranışlardan oluşmaktadırlar; öte yandan, kişide ya da bireyde oluşmadıkları gibi, kişi ya da birey onları istiyor değildir, sorumluluklarını taşımamaktadır, çoğu zaman onları anlıyor bile değildir.

O olumsuz nitelikleri gösteren, kişilikten yoksun, belirlenmesi olanaksız, hem “herkes” hem “hiç kimse” olan, herkes, topluluk, toplum diye adlandırdığımız bir özne hesabına yaptığımız o eylemler işte bireysel yaşantıya indirgenemeyen, gerçek anlamda toplumsal olaylardır. O olaylar ortak yaşam çerçevesinde ortaya çıkarlar, yine de salt ortak yaşam olayları değildirler.

Öyle düşünülür diye düşündüğümüz ya da öyle söylenir diye söylediğimiz şeyler; öyle yapılır diye yaptığımız şeyler görenek olarak adlandırılır.

Oluşturucu toplumsal olaylar göreneklerdir.

Görenekler, bireyin, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu oranda, başka çaresi olmadığından ötürü benimseyip uyguladığı insani davranış biçimleridir ve birlikte yaşadığı çevresi tarafından ona zorla benimsetilmiştir: “başkaları”, “herkes”… toplum tarafından.

Bu derslerde açıklanacak olan toplumbilim öğretisi açısından, en ileri görenek örnekleri istenirse, şu özellikleri taşımaları yeterlidir:

1. Bir toplumsal baskıdan ötürü yerine getirdiğimiz eylemler olmaları. O baskı, bizim, eğer beklenen biçimde davranmayacak olursak çevremizin bize karşı uygulayacağı maddi ya da manevi yaptırımları zihnimizde canlandırmamızla oluşur. Görenekler mekanik olarak benimsetilen şeylerdir.

2. Tam içeriği, yani onları yerine getirirken ne yaptığımız bizim için anlaşılmaz olan eylemlerdir. Görenekler akıldışıdır.

3. Onlarla aynı zamanda birer baskı oluşturan davranış kalıpları biçiminde karşılaşırız; bizim dışımızda oldukları gibi, başka herkesin de dışındadırlar, çünkü tıpkı bizi etkiledikleri gibi, başkalarını da etkilerler. Görenekler bireydışı ya da kişiliksiz gerçekliklerdir.

Durkheim, 1890’larda, 1. ve 2. özellikleri toplumsal olayın oluşturucu nitelikleri olarak sezinlemişti, ama onları açık seçik görmek şöyle dursun, düşünmeye bile girişmedi. Şu kadarını söyleyeyim, 2. özelliği görmemekle kalmadı, tam tersini düşündü, yani, asıl akla uygun olanın varsayımsal ve mistik nitelikli bir “toplumsal bilinç”ten ya da “topluluk ruhu”ndan kaynaklanan bir toplumsal olgu olduğunu. Üstelik toplumsal olgunun göreneklerden ibaret olduğunu ve göreneğin ne olduğunu da fark etmedi. Oysa akıldışılık burada belirleyici özelliktir. O özellik iyi anlaşıldığında, öbür iki özelliğin –birey üstünde baskı oluşturmak ve bireyin üstünde ya da bireydışı olmak– Durkheim’ın algıladıklarıyla ancak deyim olarak örtüştüğü ortaya çıkıyor. Buna karşın, şunu da saygıyla belirtmekte yarar var, toplumsal olayın niteliğini sezinlemede doğruya en çok yaklaşan yine Durkheim olmuştur.

Görenekleri izledikçe robot gibi davranırız, toplumun ya da topluluğun izdüşümünde yaşarız. Ama toplum ya da topluluk ne insani ne de insanüstü bir şeydir, yalnızca salt göreneklerin mekanizmasıyla etkili olur, kimsenin sorumlu ve bilinçli yaratıcı öznesi olmadığı göreneklerin. “Toplumsal yaşam ya da topluluk yaşantısı” göreneklerden ibaret olduğuna göre de, insani bir yaşam değildir, doğa ile insan arasında bir şeydir, bir yarı-doğadır ve tıpkı doğa gibi akıldışı, mekanik ve ezicidir. “Topluluk ruhu” diye bir şey yoktur. Toplum, topluluk, koskoca bir ruhsuzluktur, çünkü doğalaşmış, mekanikleşmiş, neredeyse mineralleşmiş insanlıktır. Bu nedenle, toplumun toplumsal “dünya” diye anılması yerindedir. Gerçekten de insan kendini “insanlık”tan çok, “insanlıkdışı ortam” içinde bulur.

Buna karşılık, toplum bir düzenek niteliğiyle ele alındığında, dört dörtlük bir insan üretme makinasıdır.

Görenekler birey üstünde başlıca şu üç tür etkiyi yaparlar:

1. Tanımadığımız, dolayısıyla bizim için bildiğimiz belli kimseler olmayan kişilerin davranışlarını öngörmemizi sağlayan davranış kalıplarıdır. Bireylerarası ilişki ancak bireysel olarak tanıdığımız kimselerle, dolayısıyla yakın çevremizdekilerle olasıdır. Görenekler bizim tanımadığımız, yabancı kimselerle neredeyse birlikte yaşam sürmemizi sağlarlar.

2. Belli bir dizi edimi –fikirler, kurallar, yordamlar– baskı yoluyla benimseterek, bireyi bulunduğu çağa ayak uydurmaya zorlarlar ve ona, istese de istemese de, geçmişte biriktirilmiş olan mirası aktarırlar. Toplum geçmişi hazineleştirir.

3. Kişinin davranışlarının büyük bir bölümünü otomatikleştirip, yapması gereken hemen her şeyin programını kendisine hazır olarak sunmakla, onun kişisel, yaratıcı ve gerçekten insani olan yaşamını belli doğrultularda yoğunlaştırabilmesine olanak bırakırlar ki, bireyin başka türlü gerçekleştiremeyeceği bir şeydir bu. Toplum, insanın gelecek karşısında bazı güçlükleri aşarak rahatlamasına, yeni, akla uygun ve daha kusursuz şeyler yaratmasına olanak sağlar.

Ortega y Gasset

İZDİHAM