18 Temmuz 2021

Onur Korkmaz, Enes Aras’a Dair

ile izdiham

Enes Aras: Fotoğrafta, sağ başta.

Enes Aras’ı gördüğümde artık eskisi gibi sevinemiyorum. Daha doğrusu bu arkadaşla oturup konuşmalarımız, eskiye kıyasla temelden bir farklılığa sahipmiş gibi hissediyordum bir süredir. Bugün kafamın içerisinde sessizce sırasını bekleyen bu meseleye, yorulacak mecali bulup harcanacak vakitle buluşturabildim artık. Buluşturabildim ki işte bu yazıyı yazıyorum. İsterseniz size biraz Enes Aras’ın özelliklerinden bahsedeyim önce. Enescim ister misin benim gözümden bir Enes Aras portresi veya bilinen adınla Enes Ediz Attila Aras portresi olsun? Olsun da karşısına geçip seyredesin. İstemez misin hiç sen, hem de ne biçim istersin. Belli ki reklamın kötüsüne denk gelmemişsin.

 Ama yok bu hazzı sana yaşatmayacağım; bunu, bu yazının kendi akışı içerisinde kendi yerini bulmasını sağlayarak yapacağım. Portreyi unut sen. Sana bir kolaj vereyim onun yerine.

Eğer bundan yirmi, yirmi beş sene öncesinde olsaydık, mektup yazarak bu yazıyı yazmakla gidermiş olacağım bir ihtiyacı gidermiş olurdum. Ama yıl olmuş iki bin yirmi bir, ne mektup yazacağım sana Enescim. Mektuba konu olabilecek her şey, herkes için ve herkes tarafından, hal-i hazırda zaten umuma açık hale gelmiş durumda. Mesela bugün paylaştığın bir ‘’story’’de hortumla bahçeyi/bostanı suladığını herkes bilmiyor mu zaten Enescim, biliyor. Eh bu yüzden sen, umumi bir mektup almayı hak ediyorsun; sen bunu hak ettiğin için de ben, bundan farklı bir mektup yazma imkânı bulamamış oluyorum.

Petrol’den dönerken geldi aklıma, ya da yok aklıma fikri değil içimden isteği geldi, gel de şimdi bu yazıyı yazmayıver. Gecenin olmuş bir vakti, canım sıkkın, kafam karman çorman ama petrolden döndüğüme göre cebimde sigara alacak para varmış. Her neyse Enescim, ben yazının asıl konusuna ve muhatabına döneyim.

Enes Aras’la yaklaşık üç sene beraber kaldık. Akşamüzerleri çok kez aynı pencereden gün batımı izlemek zorunda kaldık. Zorunda kaldık çünkü hiç keyifli bir şey değildi; gün batıyordu ve biz pencereden izlemek zorunda kalıyorduk. Sadece bunu yapabiliyorduk çünkü. Konuşmuyorduk bile kendi aramızda; gün batımını izlediğimizinse, veya şöyle diyeyim onu izlediğimizi bir farkındalığa çıkaramıyorduk. Az değildi bunun oluşu; Enes birşeyler okur gibi yapardı kendini kandırmak için, bense Enes yokmuş gibi yapardım bir şeylerle meşgul olabilmek için. Elbette ne Enes kendini kandırabilirdi ne de ben herhangi bir şeyle meşgul olabilirdim. Öylece gün batımını izlemeye mecbur oluyorduk sadece. Kendiliğinden olan bir şey gibiydi bu. Karbon döngüsü, su döngüsü, oksijen döngüsü gibiydi. Ama dediğim gibi, ne bunun bir mecburiyet olduğunun ne de gün batımını izlediğimizin farkında değildik. Gün batımını izlemediğimiz zamanlar; bazen Üsküdar’a giderdik. Bazen Bulgurlu’ya. Belki bazen de başka yerlere giderdik. Gittik. Burada bir de dere tepe düz gittik diyeyim de masalsı olsun Enescim. Bir yaz günü, bir hafta sonu; nemli, sıcak ve boğucu bir hava, lanet bir istikrar içerisinde geç yatıp geç kalkma alışkanlığı ve gün boyu pineklemek. Sonra bir akşamüzeri sonra yine lanet gün batımı. İşte Enescim cennetten bir manzara sana; o geçmiyor, ilerlemiyor gibi gelen hali zamanın. Dayak cennetten çıkmıştır da aylaklık çıkmamış mıdır hem dışarıda gün boyu sıcağın altında işinde gücünde insanlar, alın teri sonra minimalize edilmiş haliyle mahşeri bir kalabalık işte, İstanbul burası hem. Belki üç beş sene sonra zor günler geçirecektir ülke ekonomisi, Arap Baharı yazı bay geçmek üzeredir belki geçmiştir, Akdeniz’de doğal gaz bulunacaktır sonra Ege’de ceset, Rumeli göçmenleri çoktan Konyalı olmuştur bilemedin Afyonkarahisar o da değilse kaldı yetmiş dokuz. Değil miymiş ki sorumluluktan, yaşamın gerçek sıkıntılarından uzak olan bu bir tür züğürt lüksü olan aylaklık; Amerikanın bir oyunu. Evet, kesinlikle öyle olmalı. Valla düşününce böyle, bu kadar tezatı, yerinde bir abartıya örnek diye yaz, not al bir yerlere bu benzetmeyi, bu züğürt tesellisi ironiye de dokuz yüz doksan sekiz şahit bul.

Neyse, yeniden asıl konuya ve muhatabıma döneyim ben. Neredeyse yedi gün yirmi dört saat birlikte olunca insan, üç yıl daha bir uzun olur tabi, aslında olduğundan veya aslında olması gerektiğinden. ‘Aslında olması gereken’ sözü, ne anlamsız bir ifade değil mi. Bu süre zarfında yaptığımız şeylerden biri de Enes’le birbirimizi pek dinlememekti ama bir konuşan oldu mu Enes’le beraber onu çok güzel dinlerdik. Konuşanları, kim olursa olsun, çokça dinledik ama Enes’le olan karşılıklı konuşmalarımız az ve öz oldu. Hoşa giden kafa sohbetler yapmadık mı, yaptık, bol ve boş oldu. Beraber karar verdik; Enes’in yazacağı filmin senaryosuna, Enes tek başına karar verdim sandı. Enes’le konuşurken zihnimde oluşan çoğu fikre ben kendim vardım sandım, meğer Enes’le beraber varmışız. Beraber çok şeye karar vermişiz, nasıl vermeyelim başka birini gördüğümüz mü var, mesela; akşam yiyeceğimiz yemeğe, oturup sohbet edeceğimiz mekâna, alıp giyeceğimiz gömleğe, gidip üye olacağımız derneğe. Beraber çokça şey yapmışız, beraber çok şey yapmamışız, beraber ne çok henüz birikmiş. Öğrencilik yıllarımız geçmiş böyle. Vay anasını sanki daha otuzuma vardım da. Demek erkenden başlamışım özlemeye, vakit kaybını nasıl sevmiyorsam.

Ben Enes’e içtiğimiz çayların parasını yıkardım hep, o bana okumayacağını ikimizin de bildiği kitapları hediye aldırırdı. Yani elimizden gün batımını izlemekten başka bir şey gelmediğinden, o uyuz güneş tembel tembel batardı, bu yüzden Enes ”şimdilik” deyip sadece kitaplığını genişletirdi, ben ne yaptığımı hala bilmem. Ama hesaba vurursak ben kârdayımdır çünkü Enes’e kitap aldığımızdan çok daha fazla çay içtik. Şimdi aklıma takıldı; Enes ne ara benim birine hediye almak konusundaki zaafımın farkına vardı, ben bile çok daha sonraları anladım bu durumu. Huyumu suyumu bilir gerçi. Bu durum, her ikisi de, gereksizliğinden saçma aslında. Beraber ne yapmadık ki; Alvarlızade’den Altunizade’ye mi yürümedik bir gece vakti. Havayı kaplayıp ağırlaştırmış demir kokusu mu solumadık. Meydanı boş bulup dolduranları hiç görmedik mi ki hem.

İnsan çok uzun zaman geçirince biriyle, onunla tartışması ve bu tartışmayı da kavgaya vardırması kaçınılmaz tabi, küsmedik mi Enes’le, hem de daha ilkokula başlamamış çocuklar gibi. Gülüp eğlenmedik mi diye sorup söylememe gerek yok herhalde. Biraz Enes’i çekemiyormuş gibi yapayım o zaman yazının bu kısmında. Çünkü Enes, hep örnek gösterilen çocuklar gibiydi ben de kendisine örnek bir çocuk gösterilen çocuklar gibiydim. Enes, mesela eli boş gitmez gittiği hiçbir yere. Umurumda olmaz ama bu benim. Enes çok akıllı, usludur bir kere büyüklerini sayar; benim bu tür inceliklerle pek bir derdim yoktur. Enes denileni zamanında yapar, denileni düşünerek tüketmek zamanı bu yüzden bana kalmıştır. Dediğim gibi gün batımını izlemeye mecbur kaldığımız bir dönemin diğer tanığıdır Enes Aras, aylaklık günleri dostu; neredeyse bir kardeş, yeterince kötü bir gün geçirince ben, o zaman bakacağız işin o tarafına. Övmek istemiyorum seni Enes, bunun için yazı bitene kadar elimden geleni yapacağım.

Aslında bunları yazıya dökünce belki sinematografik veya olduğundan daha ilgi çekici bir hale dönüşmüş olabilir, bunlar dediğim gibi Enes Aras’ın kolaj şeklinde verilmiş bir portresi veya çeşitli anılarımızdır işte. Ama hiç öyle sıra dışı veya herkesin yaşadıklarından pek farklı şeyler değiller. Ama sinematografik olmaya müsait bir anımızda var aslında. Anının adı: Enes Aras’la ikinci karşılaşma. Olay şöyle gerçekleşiyor. İzdiham Dergi ekibiyle bir toplantı yapmak üzere (çay içtik) söylenen mekana gitmiştim. Mekana girince Enes Aras’ın orada bir masada benden daha önce gelip oturduğunu fark ettim. Yanına gitmedim ve başka bir masaya oturdum. Zaten pek tanımıyordum o zamanlar ve insanlarla konuşasım hiç mi hiç yoktu. Görmemiş gibi yaptım. Biraz sonra Çağrı Oruk geldi. Niye ayrı masalarda oturuyorsunuz oğlum dedi ve güldü. Sonra öğrendim ki Enes Aras da beni fark etmiş ve o da gelmemeyi seçmiş yanıma. Sonra mekana gelince gelmesi beklenen herkes, her yeni gelen bir daha anlattı Çağrı Oruk biraz önce vuku bulan bu olayı ve herkes bir daha güldü. Eh, en nihayetinde İzdiham’ın ‘’underground’’ dönemlerinin sonunda bugünkü haliyle olan yayın hayatının başlangıcında bir dönemde bir araya gelmiş bir nesiliz. Yani oradan geliyoruz, bakalım nereye gideceğiz. Yazıyı ismini anmak istemediğim birinin ismini anmayarak bitirmek istiyorum Enescim. (İsmini anmak istemediğim şahıs: Sol baştan ikinci sırada.)

Yazının başındaki ‘neden Enes Aras’ı gördüğümde artık eskisi gibi sevinemiyorum’ sorusunun cevabına gelince, bunun cevabını üç aşağı beş yukarı verdiğimi düşünüyorum. Özet geçeyim: Aylaklığa duyulan özlem ve aylaklıktan duyulan pişmanlık. Vakti faydasız harcadık. Zaten zahmet edip bu yazıyı okuyan biri varsa, bu cevap sizin için önemli de değildi diye düşünüyorum. Hem bu yazıyı okumak gün batımını izlemek kadar saçma. Ve evet, buradan bu yazıda ismini anamadığım diğer bütün arkadaşlarıma selam göndermek istiyorum.

Enes Aras’ın ”story”lerini kaçırmamak için: instagram.com/enesedizattilaaras

Onur Korkmaz

İZDİHAM