10 Mart 2016

Nursen Karas, Derhal Gülümse

ile izdihamdergi

Sizin hiç kendinizi çok komik bulduğunuz oluyor mu? Benim oluyor. Oluyor da bazı herkeslerden utanıyorum. Bazı da birdenbire gülmelere tutuluyorum. Bana komikliğimi yaşatan olayların birbiri peşinden geldiği de oluyor.

Bu sabah, daha otobüste başladım kendimi komik duymalara. Hani en arkada karşılıklı dört kişilik yerler vardır. Orda cam kenarında bir yer boşalınca buyur ettiler. Gel gelelim gidemem. Hazan yaprağı gibi sallanıyorum ortada. Oturacağım yerin yanındaki adam da bir biçimsiz oturmuş, kütük gibi, kıpırdamıyor. Ayaklarını bir biçimsiz uzatmışlar basamıyorsunuz. Bir kere de yönelmişim, Pisa Kulesi gibi eğrilmiş duruyorum, sonunda bir frenle sayın bayların birbirine bir ötekine çarpa çarpa, oturmam gereken yere düştüm. Utancımı söylenmelerle yendim:

– İnsan biraz kıpırdar. Ne biçim oturuyorsunuz?

İnmem de bir çapraşık, şaşkınca oldu. Hem kıpraşan hem de öyle duran insanların arasından biletçinin oraya varıncaya kadar kapı kapandı. Otobüs kalktı. Biletçiyle çaresiz bakıştık.

– Açamam otobüs gidiyor… derken yine durunca açtı, ben de demirin altından geçerek dışarıya fırladım. Az kaldı kapaklanıyordum. Tam ciddiyetimi takınıp yola düzülmüşken, baktım karşıdan bir yirmi beşlik yuvarlanarak geliyor. Geldi geldi tam önümde, kendince reverans yapar gibi dönmüş gidiyordu ki, koştum ayağımla durdurmak istedim. Büsbütün kıvrılarak az ötede durdu. Bir tuhaflık var ya her şeyde. Ben de paraya göz kırpıp önde giden öğrenci kıza seğirttim. Arkadaşıyla dalgın dalgın yürüyor, kolundan çekeledim.

– Orda yirmi beş kuruşunuz var!

Bön bön baktı yüzüme; sonra ellerine, elindeki para çantasına, dönüp arkaya, inanmamış gibi yüzüme baktı.
Yine kendimi komikleşmiş duydum. Bir daha ciddiyetimi takınarak normal adımlarla yürüdüm.

Bankada müdürümüz bir toplantı yapıyormuş, zor yetiştim. Genel müdürün bir bildirisini okuyordu:

“Sevgili arkadaşlarım… Bugün bankamızın kuruluşunun yedinci yıldönümü. Bu mutlu günün hepimize kutlu olmasını candan dilerim. Bankamızın kısa zamanda böylesine bir başarıya ulaşmasının nedeni…”

İlgim dağıldı. Sabahki komikliklerin alışkanlığıyla olacak çevremde gülünecek bir şeyler aranmaya başladım. Aksilik bu ya, herkes ciddi. Ciddi ciddi oturmuşlar, ciddi ciddi dinliyorlar. Derken birden gülümser gibi oldular. Hep birden gülümsediler ya, yalnız dudaklarıyla. Ne oluyor diye bakınırken başlarını bana çevirdiler. Gülmeleri durdu.

– Evet… dedi müdür o sırada, siz de lütfen, hep birlikte yeniden!

Ve gülümsediler. Niye güldüklerini anlamak için bir müdüre bir arkadaşlarıma bakarken yineledi:

– Siz de, siz de!

Baktım ortalıkta yapılan tek şey karşılıklı gülümsemek. Benden istenen de bu olsa gerek diye düşündüm, bankanın kuruluş yıldönümü böyle kutlanıyor demek ki dedim, hani kadeh kaldırmak gibi bir şey. Ben de sırıttım biraz. Gülümsemek istemiştim gerçekte ama, sanırım sırıttım.

– Hadi şimdi servislerinize dağılın.

– N’oldu dedim arkadaşlara, n’oldu?

– Hiç.

– Niye gülüyordunuz?

– Şimdiden sonra hep güleceğiz.

– Anlamadım.

– Genel müdürün emri var. Bankamızın kuruluş yıldönümü dolayısıyla öyle kararlaştırılmış.

– Nasıl kararlaştırılmış?

Eni konu somurtarak yan yan baktı:

– Hep güleceğiz yani.

Özellikle müşteriler içinmiş bu gülme zorunluluğu. Hani, “Müşteri velinimetimizdir”, “Müşteri daima haklıdır” gibi özdeyişlere uymak için. Bu özdeyişlerin ikincisini şefimiz de sık sık yineler. Bir “ıııh” çeker önce, “müşteri daima haklıdır” der; sonra da kulağını kaşıyarak. Ben daha yeni olduğum için uğraşımızın sırlarını bir bir öğreniyorum. Bizi başarıya götüren yollarımızdan biri de müşterilere hediyeler vermek. Durumlarına göre, yaşlarına, özelliklerine göre. Şık bir bayana ufak çanta aynası veriyoruz; şık olmayan bayanlara ev eşyası, ufak tefek. Erkeklere cep defteri, anahtarlık… Çocuklu müşterilere özel kitaplarımızdan her yaşa her zevke göre. Arşiv, zücaciye dükkânı gibi cıncık bıncık dolu. İhtiyar teyzelere verilmek üzere hazırlanmış bankamızın adı yazılı çay bardakları, kül tablaları bile var.

Servislerimize dağılınca, ilk iş şefimiz, gişenin bize bakan yüzündeki “Müşteri velinimetimizdir” yazısının altına, özel olarak yıldönümü için hazırlattırılmış “Derhal gülümse” pankartını yaptırdı. Artık öyle olduk ki, gülümsemeden gişelere yanaşamayacağız. İlk müşteriyi gülümseyerek şefimiz karşıladı. Ta uzaklardan, Anadolu’dan küçük torununu görmeye gelmiş bir büyükanne. Bir gün önce de gelmişti; torunu adına açtığı hesaba beş yüz lira daha yatırıyor. Hikâyesini anlatmıştı, beş yüz yatırmış, az görmüş, utanmış, altınlarını satıp bir beş yüz daha yatıracak. İlk torunu. Üstelik erkekmiş de. Eh, varlığa darlık olmaz. Şefimiz kadının başka neler almak istediğini kurnazlıkla anlamaya çalışıyor, ona göre hediye verecek. Dayanamadı dolaylı yollardan gitmeye, sonunda apaçık sordu:

– Neniz noksan, bebeğin neye ihtiyacı var?

– A hiçbir şeyimiz noksan değil. Allah analı babalı büyütsün ayol, sekiz gözün bir bebeği benim yavrum! Nesi noksan olacakmış?

Güçhal anlattık meramımızı; bankamızın, küçük paşaya bir doğum hediyesi olmasın mı efendim? O bakımdan öğrenmek istedik. Mesela, bu hesabı açtıktan sonra, başka bir şey de alacak mıydınız, herhangi bir şey, sizden bir anı olarak kullanacakları, gerekli bir eşya, patik gibi, oyuncak gibi?

– Oturak… dedi kadın birdenbire garip garip bakarak, oturağını da ben aliim istedim!

Biz hepimiz “pıh…” yaparak çekildik. Bankamızın arşivinde böyle küçük paşalara hediye edilebilecek bir oturak mevcut değildi. Şef ona da çare buldu. Büyükçe bir çay fincanıyla tabağını getirerek “küçük paşa”ya yolladı.

Biz bu müşteriyle uğraşırken bir ara müdür, kravatını düzeltip ceketinin yakasını alışkın parmaklarla geriye iterken, Durkızuslu girdi içeri. Müdür gişeye kolunu dayamış yeterince gülüp gülmediğimizi inceliyordu. Bizim güler yüzlülüğümüzü yetersiz bulduğu her halinden anlaşılıyordu. Kadının adını yazmıştım, adresini de biliyordum, bir ahbabımızın hizmetçisiydi, kapı numarası filan için sordum:

– Adresiniz neydi?

Birden yeni hesap kartonu elimden kayarak gitti. Müdür ters ters bana bakarken yine öyle ceketinin yakasını yerleştirip gülümsedi:

– Hanımefendi para mı yatırıyorsunuz?

– He ya. Aylığımı aldım da.

– Ne kadar yatıracaksınız?

– Üç yüz.

– Evet… Devlethane ne tarafta?

Kadından ses çıkmayınca başını kaldırdı. Kısa bir süre bakıştılar:

– Devlethane ne tarafta efendim?

– Ağnamadım?

– Devlethane nerede dedim.

– O ne?

– Eviniz nerede demek istedim, nerde oturuyorsunuz, adresinizi bilmemiz gerekli de, ikramiye çıkarsa size bildirmek için.

– Ha… Ben… Ahmet beylerin işçisiyim ya. Onlarda kalıyom.

– Adresiniz nedir efendim?

– Dereboyu, Morçiçek Sokak!

Hizmetçi kızcağız ömründe ilk ve belki de son defa gördüğü böylesine nezaketle şaşırmış kalmışken yeni bir müşteri girdi. İriyarı, çam yarması gibi bir adam. Meşin ceket, meşin kasket giymiş. Biliyorum şofördür. Kasketi de yan eğik şööle. Hesap cüzdanını çıkarıp sürdü:

– Beş bin yaz… Ve abandı gişeye. Az öteye gittim ama daha da gidilmiyor.

Bir yandan da “Ne etmeli?” diyorum, müdür “Durkızuslu Hanımefendi’nin işini bitirmiş yanımda bekliyor genel müdürlük bildirilerine uygun davranabiliyor muyum, davranamıyor muyum diye. Eğer bildirilere uygun değilse çalışma biçimim, henüz stajyerim, ona göre… Bildirilere uygun davranabilmek için de gülümsemek, müşteriyi memnun etmek, bankamıza sempati kazandırmak gerekli. Hey Tanrım, ne yapsam? Durduk yerde adama gülemem, Müdürün Durkızuslu’ya yaptığı gibi poh pohlasam mı acaba? Söz arasında bir iki ‘Beyefendi’ desem? Bir yandan bankaya nasıl sempati kazandıracağımı bir yandan da adama ne hediye verilebileceğini evire çevire düşünürken nasıl bilmiyorum, ağzımdan döküldü:

– Beyefendi sizin yavrularınız var mı?

– Ne yavrusu?

İçimden, ta burnuma kadar bir şeyler fışkırdı sanki. ‘Kedi yavrusu’ dedim kendi kendime, sonra yerimi çalışan bir arkadaşa bırakarak içeri, tuvalete kaçtım. Güldüm güldüm.

(Bu hikâye 10-25 Mayıs 1967’de yazılmıştır.)

İzdiham