2 Mart 2016

Nurettin Akif, Frankfurt Seyahatnamesi

ile izdihamdergi


Ahmet Haşim, çok fazla eseri olmamasına rağmen 20. yüzyılın ilk yarısını etkilediği bilinen şairlerden biridir. Hepimiz hiç yoktan “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” mısrasını duymuşuzdur, yazarının kim olduğunu bilmesek de.

Burada Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi diye bilinen kitabından beğendiğim bazı bölümleri paylaşacak ve yorumlayacağım. İlginç çıkarımlarıyla dönemin Almanyası ve direk bahsetmese de Türkiyesi hakkında fikir vermesi açısından çarpıcı bir eserdir Frankfurt Seyahatnamesi. Kompakt bir eserdir, Haşim’in genel tabiatına uyduğu bilinir bu yapıtıyla. Dilimizde yazılmış en iyi seyahat notlarından olduğu gerçektir. Ahmet Haşim rahatsızlığından dolayı doktorlarının da tavsiyesiyle böbrek ve yürek hastalıkları uzmanı bir doktora kendini göstermek için Frankfurt’a gitmiştir.

Tren yolunun üzerindeki Bulgar kırları ve yeni Bulgaristan hakkındaki yorumlarıyla başlar eserine Haşim ve Alman profesörleri hakkındaki düşünceleriyle bitirir. Yolculuğun başlarında içi sıkılır ve insan zekasına varan bir düşünce içine girer.

“Hayatımıza tat veren derin zevklerin hakiki yaratıcısı olan insan zekasının halis bir mahsulü olduğu kitap, tabiattan büsbütün ayrı, ondan daha lezzetli ve ondan daha dinlendiricidir.”

Biraz üstünkörü olsa da okuduğu kitaptan aldığı hazzı betimlemek adına paylaştığı düşüncelerini görürüz ilk bölümlerinden birinde. Daha sonra geceyi korku vakti olarak niteler. Gözün gece vaktinde vazifesini yeterince yapamadığı için yanlış şeyleri görmeye başladığını ve her hareketin insana düşman yaklaşması hissi verdiğini söyler. Buradan hareketle modern şiirle “vahşi” şiir kıyaslamasında ikisinin de gecenin başlangıcının getirdiği vahşeti işlediğine getirir lafı.

Frankfurt istasyonuna yalnız Bulgar bir gençle kendisinin indiğini belirtir ve ertesi günlerde yaşadıklarıyla devam eder eserine Haşim. Frankfurtla ilgili yazdığı şu paragrafı okumak baya zevklidir. “Frankfurt ehemmiyetsiz bir yer zannedilmesin. Eskiden Alman kayzerlerinin taç giyme merasimi burada yapılırdı; meşhur Heidelberg darülfünunu onun manevi çemberi içindedir; Wiesbaden, Hombourg, Nauheim gibi eski Rus prensleriyle İngiliz milyonerlerinin toplandığı en şık Avrupa kaplıcaları, hudutsuz parkları, zengin gazinoları, hayal dolu gölleri, siyah ve beyaz kuğuları, heykelleri ve fıskiyeleriyle, hep onun etrafındadır. Hele, nüfusunun onda iki nispetinde Yahudi olduğunu söylemek, bu şehrin iç itibariyle de ne büyük bir faaliyet merkezi bulunduğunu anlatmaya kafidir. Yahudiler büyük kuşlar gibidir: Onların havada şu veya bu istikamete uçuşu, yerde, büyük hayat cereyanlarının ne tarafa aktığı gösterir. Frankfurt’un eski büyük refahından şimdi sefalete düşmekte olduğunu, Yahudilerin artık şimale hicret etmekte olduklarından anlıyoruz.”

Bahsedilen devir Hitler’in iktidara geçmesinden hemen önceki bir dönemdir ve Haşim’in Almanya veya Frankfurt ile ilgili yaptığı bu gibi çıkarımları o çerçevede değerlendirmek gerekir.

Avrupa şehirlerinin birbirine benzerliklerini kritik eder. Avrupa medeniyetinin bir “action” medeniyeti olduğunu söylerken aynı zamanda şekle verdiği  önemi eleştirir. Gandi’nin yerel kıyafetlerle yaptığı Londra seyahatinin o devirde yaptığı yankıyı şu sözlerle anlatır: “Ganj suyu dolu bakraçları ve mukaddes keçileri ortasında, beyaz kefenine sarılıp bağdaş kurarak Londra’ya seyahat eden Gandi hazretlerini ağzından çıkacak sözler dinlenmeden o acayip kılığının Avrupa matbuatında nasıl müthiş bir skandal yaptığını hepimiz hatırlarız.”

Devamında yine Almanya’nın o zamanki ekonomik ve politik durumunu anlayabileceğimiz görüşlerini aktarır Haşim: “Fakat bu muhteşem sokak dekoru içinde ne garip işler gören adamlar göze çarpıyor: İyi giyinmiş, iyi taranmış, yüzü rahat birtakım efendiler, caddelerin muhtelif noktalarında küme küme durarak şarkı söyleyip mızıka çalıyorlar. Ne var? Bir umumi neşe mi, bir bayram mı var? Hayır, ne neşe, ne de bayram! Bunlar Almanya’nın adedi günden güne artan sefalet habercileri, işsizleri, dilencileridir.”

“Gelip geçenlerin yolunu terbiye bir tebessümle kesen ve teneke kutular uzatıp kağıttan sarı, beyaz çiçekler dağıtan şu adamlar ne istiyor? Bunlar artık Almanya’yı ağzına kadar dolduran sayısız sakat, yetim, fakir, hasta cemiyetlerinin sadaka toplayıcılarıdır. Akşam oluyor: Lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir.”

“Sarı bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde uydurma bir kayış, uydurma bir matara ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma teçhizatıyla erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim? Bunlar “Hitler” askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir.

“Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.”

Böylece bir Türk aydınının ağzından o dönemi görmüş birinin kaleminden dinlemiş oluruz 1933 senesindeki Almanya’nın durumunu, biraz eksik biraz fazla.

Daha sonraki bir gün Goethe’nin evini ziyaretini anlatır Haşim ve Faust’un yazıldığı masadaki mürekkep lekelerinin daha dünden kalmış gibi sıcak olduğunu heyecanla aktarır. Almanların Goethe’nin evine ve bakımına gösterdikleri ilgiye bir bakıma şaşırır ve şu enteresan ifadeleri kullanır: “…Şahlanan maddiyetin ruhunu ifşa etmesi icap ediyorsa, artık harikulade fenni keşifleri sayılamayacak bir hale gelen, semada koca “Zeppelin”i uçurup kuşları eski bir makine gülünçlüğüne düşüren, Atlantik’te Bremen vapurunu işitilmemiş bir hızla kaydıran, hava azotundan sun’i gübre, odundan şeker, kömürden benzin çıkaran kimya muharebesi hazırlayıcıları genç “Herr doktorlar” vatanında eski bir şairden başka bir şey olmayan Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz diye düşünüyordum. Meğer aldanmışım.”

Aldanmıştı Haşim, böyle beklemesi de garipti aslında. Genel olarak bilimde ilerlemiş toplumlar sanatta da ilerlemiş toplumlar olarak çıktılar karşımıza hep. Böyle düşünmesine pek anlam veremedim doğrusu.

Doktor’unu ziyaret vakti gelmiştir sonunda. Alman hastanelerini bizimkilerle kıyaslarken kullandığı sözlerinde 80 sene sonraki durumumuzu da düşünürsek iyi ederiz. Biz neyi ne kadar değiştirdik? Bunu da sorgulamamız gerekir?

“Volhard’ın kliniği yalnız böbrek ve yürek hastalıklarının tedavisi yeridir. Üç katın bütün o şık ve temiz odaları yürek acılarından oraya  düşmüş genç ve güzel kadınlarla dolu idi. Onun için kliniğin hafif havasında, iğrenç kloroform veya asitfenik tabahhuratı yerine hafif pudra ve mahrem lavanta kokularının uzak, hisli seyyaleleri dolaşırdı. Klinikte başlıca ilaç, tuz yememek ve halitabiide en çok tuzu olan süt içmemekten ibaretti. Zira burada tuz, böbrek, yürek, damar ve damar tazyikinin  en büyük ve belki de yegane düşmanı sayılıyordu. Hastalara Almanların keşfettiği ve alelade tuzdan hemen hiç farkı olmayan “citrovin” isimli bir madde veriliyordu”

Bu citrovin maddesinden çok memnun kaldığını ve doktora bu yüzden teşekkür ettiğini anlatır Haşim. Doktor da batılılara has bir duyarlılık ve işbilirlilikle ilaç firmasına bu memnuniyeti bildirir. Ertesi günlerde ilaç firması Haşim’i ve arkadaşlarını fabrikaya davet eder, en iyi şekilde ağırlar. Misafirlerini memnun etmek için elinden geleni yapar fabrika sahibi. Onları dışarıda da yemeğe davet ederler.

‘Hasta’  isimli bölümde Haşim, bizdeki ve oradaki hasta algısını karşılaştırarak yine bir yetersizliğimizi -bundan başka sonuç çıkarılamaz- anlatmaktadır. Bu bölüm yayıncı tarafından da dikkat çekici bulunduğu için tamamına yakınını buraya aktarıyorum. Bana kalırsa en kıymetli bölüm ‘Profesör Aristokrasisi’ adlı bölümdür.

“Hasta” telakkisi bizde ve orada ne kadar birbirinden ayrı şeylerdi! Bizde hasta, cezalandırılması lazım bir kabahatli ve her türlü cefalara layık bir mücrimdir. Nabzınız fazla attı mı, hararetten yüzünüzün derisi azıcık kızardı mı, hemen zalim çehreli fen ve cellat suratlı şefkat, başucunuzda iki zebani gibi dikilir. Tatsız tuzsuz yemekler yutmak, iğrenç mayiler içmek, kapalı odalarda günlerce mahpus kalmak , kalın hırkalar giymek, korkunç kuşaklar sarmak ve başında yığın yığın sargılar taşımak gibi işkencelere bizde “tedavi” ismi verilir. Bu anlattığımız hasta kılığıyla sahneye çıkacak bir adam, seyircileri kahkaha ile güldürmekten emin olabilir. Fransız tiyatro müellifi Moliere, en eğlenceli eşhasından birini bu “hasta” tipinden çıkarmıştır.

Denilebilir ki bizde bin sene evvel “hasta” ne ise, bugün de hasta odur. Kağnı gibi hasta da hiçbir tekamüle mazhar olamamıştır.”

“…Volhard’ın kliniğinde, muayene ve ilaç saatlerinde sonra, bütün hastalara olduğu gibi bana da her gün şehre gidip gezmemi, hele akşamları tiyatrolara gitmemi ve içki olarak bir kadeh bira içmemi ısrar ile tavsiye ederlerdi. Hastanın böyle gezintilerden alacağı zevk ve onların vereceği yorgunluklara karşı göstereceği mukavemet, tedavide takip edilecek birer yol işareti idi. Fakat ben, böyle
tavsiyeler karşısında kalınca, acayip bir gıcıklanma duyar ve gayriahlaki bir iğva sesi duyan bir kimse gibi kızarırdım: Zira ben bir İstanbul hastası idim!”

“Bir Zihniyet Farkı” adlı bölümde “Yalan” hakkında zamanlar ötesi dikkat çekici görüşlerini belirtir: ” ‘Yalan’ büyük bir kıymettir. Zamanlarını en medenisi ve medeniyetleri, ruh itibariyle, bugün bile erişilmez bir model addedilen eski Yunanlılar, “yalan”ı Hermès isminde genç ve güzel bir ilahın şekliyle temsi ederlerdi. Hermès’in ağzından altın zincirler akardı; bunlar dinleyeni söyleyenin ağzına bağlayan sözün ve yalanın sihirli bağları idi.

“Esthétiqu” işleriyle az çok meşgul olanlar bilir ki, olmuş vak’aların doğru anlatılışı gayet kötü eserler meydana getirir. Yalanın ilahi nefesi üzerinden geçmedikçe ne ses, ne renk, ne taş, ne tunç sanat eserine istihale edemez. “Güzel” “yalan”ın çocuğudur.

Yalanı en güzel kullanmış olan eski şarklılardır. Onun içindir ki bugünkü sukutuna maruz kalmadan evvel şark masalı ve şark adabı yalanın altın çiçekleri idi. Şarkın içerilerine girdikçe “yalan”ın daha büyük nispette hayatta rol aldığı görülür. İnce ve artist Japonların adabında muhataba “hayır” demek yoktur.”

Son bölümlerden birinde yine dönemin Alman aile yapısında siyasi çözülmeyi bir başkasından aktarır: “-Bugünkü Alman ailesinin saadeti hakkında size bir fikir vermek üzere kendi ailemi anlatayım:

Kaynatam Demokrattır, Kaynanam Katolik fırkasındandır,  En büyük baldızım Komünisttir, Ortanca baldızım Nasyonal sosyalisttir, En ufak baldızım Nasyonalisttir,  Oğlan çocuk Merkez fırkasındandır.

Her akşam soframızda bu altı zıt akidenin muharebeleri olur. Evvela münakaşalar, bağırmalar, sonra sinir buhranları, ağlamalar ve nihayet bayılmalar…Komünist baldızım kolları bağlanıp bir odaya hapsedilinceye kadar bizde rahat yemek yemenin imkanı yoktur.”

Sincaplar, kuşlar, sonbahar, Almanya’nın iç karartan bulutlu havası hakkında düşüncelerini dinleriz ilerleyen sayfalarda. Yine Alman’ın planında, toplumsal kurgusunda -ki böyle bir kurgunun bizim için varlığı her zaman soru işareti olmuştur, bambaşka kültürler bambaşka sonuçlar doğuruyor – yer alan mantaliteyi bir başkasının ağzından aktarır: “…- Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamımız yok mu? -Alman belediyesinin zahmetini mükafatlandırmak için bu beş bunağın memnuniyeti çoktur bile! Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Alman’dır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için bir mukaddes vazifedir. Bir Alman’ın kıymeti yoksa beş Alman’ın, on Alman’ın, yüz Alman’ın ve altmış milyon Alman’ın neden kıymeti olsun?..”

Bu düşünce dünyasının ardındaki toplumun II. Dünya savaşına motivasyonu da tamdı. Almandaki prensipleri görmek açısından da fazlasıyla ilgi çekicidir, tabi ki 1933 senesindeki Almanların. O zamanki toplumun psikolojisiyle şimdiyi kıyaslamak çok doğru değildir. Ancak toplumun dinamikleri diyebileceğimiz temel kanaatler değişecek alışkanlıklar değildir. Mesela Haşim’in bundan 80 sene önce hissettiklerini çok yakın zamana kadar hatta bugün bile hissedebileceğimiz gerçeği üzücü bir gerçektir. Neden değişemiyoruz? Bu kitabı okurken aklıma gelen hep bu soru oldu. 80 sene önce yaşamış bir aydının direk dile getirmese de tüm karşılaştırmalarında kendi toplumunu kötü-geri-gelişmemiş-yetersiz olarak görüyor olması. Bu kendini eksik-yetersiz ve günümüz  tabirince ezik hissetme duygusu 80 senede değişemedi. Gerçi biraz daha ümitliyiz. En azından içimizden artık bu durumun değişmesi yönünde bir istek var. Kendimizi ise bu konuda daha çok geliştirmemiz gerekiyor. Bu tartışmalar başka bir zamanın konusu.

Haşim son olarak Almanya’da ileri derecede bir Profesör aristokrasisi gözlemlediğini belirtiyor. İyi arabalara yalnız Profesörlerin ve Yahudi tüccarların bindiğini aktarıyor. Bu sınıfın bolluğuna neden olarak kendine bildirilen sebebi de şöyle aktarır bize: “Hakiki Alman ilmini, o büyük ve şerefli ilmi yapanlar darülfünunun cüppe ve takke giydirmediği serbest zekalardır. – Böyle faydası az bir sınıfı el üstünde tutmakta Almanya’nın ne karı var? – İçlerinde karışmış olması muhtemel hakiki zekaların yanlışlıkla yok olmasına meydan vermemek için…Almanya böylelikle dünyanın en yüksek ilmine malik olabildi.”

Buradan da hareketle ilim adamına verilen önemin toplumsal karakteristiği anlaşılır kanaatimce. Yani bilen adamın değerini bilmek ne demektir bu sözlerde gizlidir.

Çok önceleri bize buyurulanlara tıkadığımız kulakların açılması dileğiyle diyorum böylece. 80 sene önce kaç üniversitemizin olduğunu ve şimdi kaç üniversitemiz olduğunu düşündüğümüzde daha çok beynin potaya girdiğini söyleyebiliriz. Ümit ediyorum ki çok geç gelen bu genişleme hakiki verimine ulaşabilsin.

Haşim’e teşekkür ediyorum. Kısa kısa da olsa ne çok şey söyleyebilmiş! Bu da onun sanatının başarısıydı.

Nurettin Akif

İzdiham