18 Nisan 2017

Nurdal Durmuş, Uyanınca Görülen Rüyalar Üzerine

ile izdihamdergi

Bekliyoruz!

Mütemadiyen beklemekle geçiyor hayat.

Birisini, ölümü, kıyameti, iyi olmayı ya da herhangi bir şeyi.

… ama gelmiyor/sun ve geçmiyor!

 

Kırgınız!

Bekle, gitme, yapma, etme, sabret, durma, sonra, sırası değil, başka zaman, üzülme, ağlama, bekleme, boş ver, bakarız, belki, diyenler yüzündendir kahrımız.

Kirli hesaplar, kirli hayatlar, doymak bilmez iştah ve hilelerle yaşanmak zorunda kalınan bir hayat.

Ne yaparsak yapalım, mekânlara, kalabalıklara, mevsimlere sığamıyoruz işte.

Hangi gerçekten kaçınca parçalanılmaz, hangi dağ başına çıkılsa toparlanılır, hangi çiçek koklansa iyileşilir bilemediğimiz bir kırılganlık.

 

Yalnızlığın doğurduğu çocuklar gibiyiz!                   

Yazmakla düzelmeyecek, yaşamakla iyileşmeyecek; belki alışmakla aşılacak çok derdimiz birikti.

Çıkmaz sokaklardan bile geriye dönüp bir yol buluyoruz ama kalbimizden aklımıza bir yol bulamıyoruz.

Nereye gidersek gidelim,  kaybolduğumuz tek yer kalbimiz.

Susturamadığımız en şiddetli gürültü, hiç geçmeyen o kahredici yalnızlık hissi.

Maalesef, içimizde oluşan bu büyük yalnızlık duygusundan daha derin bir uçurum da yok!

 

Çıplağız!

Bizi insan yapan ne varsa kirlendi, tükendi;

kalp, akıl, ruh, inanç, sabır, umut…

Üzerimizde bir parça elbise var diye giyindik sanıyoruz!

İnsan: Vicdan ve adaletti; bencil ve vurdumduymaz.

İnsan: Kurban ve cellât.

İnsan: Delalet, vahşet, dehşet.

İnsan: Toprak, kibri ateş!

İnsan: Ölmek için doğdu,  yaşamak için savaşıyor.

İnsan: Hiç ölmeyecek gibi yaşıyor.

 

Kandırılıyoruz!

Hep, birini öldürünce yaşayacağımıza inandırıyorlar.

Hep, birini geçince kazanacağımıza inandırıyorlar.

Bizi çok kolay kandırıyorlar; çünkü inanmak istiyoruz!

 

İnsan, yoruluyor insandan!

Bizim, ideolojileri değil, birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var.

Bu coğrafyada mümkün olmayan tek şey de bu: Sevmek!

Nice insanlar gelip geçiyor hayatımızdan.

Sadece yollarımız değil, kalplerimiz de ayrılıyor.

Yazmadan yaşayanlar olduğu kadar, yaşamadan yazanlar da var!

Bazıları, yaşarken bile çürümüş ceset gibi; kalpsiz, ruhsuz, vicdansız ve bencil.

Kimileri insana yüktür.

Şiirinizi, şarkınızı ve dualarınızı unutturur!

 

Öğreniyoruz!

Hayat, sadece insanların değil, yaşamımıza tanıklık eden şehirlerin, eşyanın, yolların, ağaçların, nehirlerin, göllerin, dağların, oyuncakların, evlerin, köylerin, hayal ve umutların, bir kar tanesinin bile değerli olduğunu öğretiyor.  Sevmeli, saygı duymalı, korumalı ve sahiplenmeliyiz. Her ne olursa olsun, bizi, anılarımızın içinde masal kahramanı yapan her şeyin kıymetini bilmeliyiz; çünkü “içinden ömrümüzün geçtiği anılar ve şehirler güzeldir”.  Şehirlerin de ruhu vardır. Üzmeyin, yağmalamayın, talan etmeyin, yakmayın ve koruyun. Çeşmeleri, evleri, sokakları, mahalleleri ve gelenekleri, gökdelen ruhsuzluğunun katletmesine izin vermeyin.

Bir gün, yüzünüzü döndüğünüz deniz, kalbinize değen hüzün, saçlarınızı dalgalandıran rüzgâr, âşık olduğunuz mahalle, hâl hatır sorduğunuz komşular, kimliğini taşıdığınız vatan olmayınca, yaşanacak hiçbir şey olmaz.

 

Hayal kuruyoruz!

Doğruya “doğru”, yanlışa “yanlış” diyenlerin anlaşılmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Yine de kimseyi korkutmayan, dışlamayan, ötekileştirmeyen, faşizan bataklığına saplanmamış, “ben” değil “biz” diyen, ihmallerin kader görülmediği, kaza, ölüm, savaş, felâket ve cinayetlerin son bulduğu; kimsenin kimseye ön kabullerle yaklaşmadan, her şeyin konuşulup tartışılabildiği bir dünya hayali kuruyoruz.

Böyle bir dünyanın hayalini kurmak, olmayacağını bilmekten daha güzel!

 

Özlüyoruz!

Çocukluğu ve geçmişi…

Geçmişin güzel oluşu da garip bir paradoks.

Geçerken çok güzel gelmiyor ama geçince güzel olduğunun farkına varıyor ve özlüyoruz.

 

Yeniliyoruz!

Aşka, dünyaya, paraya, makama, hırsa, bencilliğe…

Rakamların rakımlarına, haberlerin bültenlerine yeniliyoruz.

Dünya, kendi etrafında acı çekmek için dönen koca bir küre artık.

Kimya, fizik, psikoloji, sosyoloji, matematik formülleriyle bile keder öldüremiyoruz.

 

Çaresiziz!

Her yer ve kalbim ne kadar da karanlık Rabbim!

Peygamber ve annem beni sever, köşeyi dönünce karşıma çıkar, elimden tutup aydınlığa götürürler değil mi?

 

Nurdal Durmuş

İzdiham 27. Sayı