16 Ağustos 2019

Nebula’nın Yönetmeni Tarık Aktaş ile Söyleşi

ile izdiham

Kısa film ve video art işleriyle tanınan Tarık Aktaş’ın ilk uzun metrajı Nebula prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nden bu yana her yerde ödüller ve övgülerle karşılandı. Yönetmen, insanla doğa arasındaki ilişkiye dair izlenimler sunan filmin ortaya çıkış sürecini anlatıyor.

Bu söyleşi Altyazı’nın 189. sayısında yayımlanmıştır.

Bu söyleşi Altyazı’nın 189. sayısında yayımlanmıştır.
Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nde Tarık Aktaş’a En İyi Yeni Yönetmen ödülü kazandıran Nebula, çeşitli uluslararası festivalleri dolaştıktan sonra 38. İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü, 30. Ankara Film Festivali’nde de Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü’nü kazandı. Köyde yaşayan Hay’ın çocukluğundan ve gençliğinden kesitler üzerinden insanın doğayla ilişkisini ve maddeyle canlının uyumunu keşfe çıkan film, başkarakterinin hatırlama eylemine eşlik eden epizodik bir anlatı yapısı benimsiyor. Gündelik manzaraları büyüleyici mizansenlerle bir araya getiren Tarık Aktaş bir yandan uzun sekanslar aracılığıyla bir tür “dalıp gitme” hâlinin izini sürerken, bir yandan da film boyunca seyirciyi diken üstünde tutarak hikâyenin ritmini korumayı başarıyor. Yönetmenle sinemasını şekillendiren kavramları, kendi geçmişini filme sezgisel olarak nasıl dâhil ettiğini, neden amatör oyuncularla çalışmayı tercih ettiğini ve sinemasının ilham kaynaklarını konuştuk.

İlk uzun metrajlı filminiz Nebula’dan önce yaptığınız kısa filmler ve video art çalışmaları var. Görsel sanatlarla ilişkiniz nasıl başladı?

Sinemaya eğilimimi belirleyen birtakım unsurlar var. Mesela Sabri Kaliç’in avangard sinemayla ilgili kitabının üzerimde çok etkisi oldu. O dönemde çıkan birkaç çağdaş sanat dergisi vardı, onları takip ettikçe video art’a merak sardım. Bunun ötesinde kurmaca filmler yapma düşüncem yoktu. Fotoğraf ve video eğitimi aldığım için, “muhtemelen görüntü yönetmenliği yaparım, öyle para kazanırım, kendim için de video art yaparım” diye düşünüyordum. Fakat bu düşünce çok uzun sürmedi, Maltepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki ilk yılım biterken ilk kısa filmimi çektim. Cihangir’de yaşıyordum, ev arkadaşlarımın kullanmadıkları fotoğraf makineleri, kameralar vardı, onlarla bir şeyler yapıyordum. Okuldaki ekipmanların iyi olduğuna dair bir tüyo almıştım, biraz da o yüzden gitmiştim oraya. İlk yılın sonunda onları kullanmaya başladım, kısa filmler çektim, bir sürü de video art yaptım. Hiçbirini bir yere yollayayım diye düşünmedim, sadece yaptım. O dönem kullandığım bilgisayar çalındığı için şu an elimde sadece kısa filmler kaldı. Güneş’le (Şekeroğlu) beraber yapmıştık hepsini, epey güzel şeyler vardı.

Nebula nasıl ortaya çıktı?

Bu sorunun net bir cevabı yok. Bir şeyler okumaya başladım, gelişim romanı (Bildungsroman) dedikleri şey var ya, ona merak sardım. Hermann Hesse’nin ‘Demian’ ve ‘Peter Camenzind’ romanlarını okudum. Sonra Rilke’nin tek romanı olan ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okudum. Bildungsroman türünü araştırmaya başlayınca, 12. yüzyılda İbn-i Tufeyl’in yazdığı ‘Hayy İbn Yakzan’ diye bir hikâyenin türün atası sayıldığını gördüm. ‘Robinson Crusoe’nun bile atası olabilecek bir şey. Burada diğerlerinden farklı olarak, çok alegorik bir roman olsa da, felsefi arka planın çok hissedilebilir olduğu, görünür olduğu ve doğrudan doğruya doğayla benzetim hâlinde bunu anlattığı bir şeyle karşılaştım.

Bunları neden okuyordum? Tamamen kendini merak etmekten başlamış bir şey bu. İnsan doğasını merak ediyordum ve bunu doğa üzerinden anlatmaya çalışmak hakikaten doğru geliyordu bana. İbn-i Tufeyl’in kitabı çok başka şeyler amaçlanarak yazılmış bir kitap, ben daha çok kendi işime yarayan kısmını ve oradaki kavramları aldım. Çok alegorik bir şey olduğu için oradaki kavramları farklı bir zamana ve coğrafyaya uyarladım.

Klasik bir anlatı yapısı kurmaktansa, kavramsal bir yapı kurarak onun üstüne kurmaca bir öykü inşa ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Sürecin çok uzun bir kısmı, bahsettiğim bu kitabı, onun bağlı olduğu kavramları çalışmakla geçti. Kitap çok metafizik bir kitap, adam İslam felsefecisi sonuçta. Daha sonra dilinden daha iyi anladığım kaynaklara yöneldim. Mesela Darwin’in ‘İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi’ kitabını okudum. Bunları paralel okuduğumda, İbn-i Tufeyl’in anlatmaya çalıştığı şey kafamda daha iyi oturmaya başladı. Ben sayısal, materyalist bir eğitim aldım, bazı şeyler havada kalıyordu. Bahsettiğim bu okumalar bazı şeylerin yerli yerine oturmasını sağladı.

Bütün bu kavramsal arka planın yanında, kurduğunuz anlatının kişisel bir tarafı da var mı? Filmi annenizin köyünde çekmenizin nedeni bu muydu?

Kişiselleştirme bu yola girmeden önce başladı bence. Annemin köyünü, kendi yakın çevremi kullanıyor olmamın sebebi daha tarihî bir şeydi bana göre. Anlatının kişisel ya da sezgisel bir kısmı var. İstediğin etkiye ulaşmak için mantığını kullandığın yerler de oluyor. Fakat entelektüel kaygılardan ziyade, o kavramların bir araya geldiğinde bir anlam ifade edeceğine dair bir sezgim vardı. Bu sezgiye güvenerek yola çıkmak riskliydi elbette.

Senaryo nasıl şekillendi?

Kavramlar ortaya çıktı, hangi sırayla hangi kavramlara dair birtakım olaylar ve durumlar bulmam gerektiği belliydi. İçerik belliydi, sıralama belliydi. Kimini kendim tasarladım, kimisinde başka birisinin anısını birazcık çevirerek o anlama gelecek hâle getirdim. O şekilde sıraladım. Sinopsisi, treatmanı, senaryoyu yazması çok hızlıydı. Bir işçi gibi bilgisayarın başına oturup yazdım, bilgisayar başında oyalanma, bekleme, ilham gelmesi gibi durumlar olmadı. Öncesinde hazırdım.

Nebula klasik bir öykü yapısına sahip olmamasına rağmen, eklektik olmamayı başarıyor. Kavramsal bir düzlemde ilerleyen anlatıyı bir arada tutan şey neydi?

Bence bu kişisel olan tarafla ilgili. Benim sahip olduğum bir his vardı. O da, en kişisel olan şey. Mesela Almanya’da doğmuş olmamın özel bir anlamı yok ama şunun var: Almanya’nın Stuttgart kentine bir yakın köyde büyüdüm, Berlin’de doğmadım. Orada coğrafi doku, bitki örtüsü bambaşka. Orada çocukluk arkadaşlarımla vakit geçirme şeklimiz az çok filmdeki gibiydi. Annelerimiz izin vermese de biz ormana kaçardık, orada dolanırdık, dereye bakardık, orada balıkları izlerdik. Doğaya bakarken bir alışveriş gerçekleşiyor, orada entelektüel ya da mantıksal değil, tamamen sezgisel bir şey var. Onun üstüne düşünmüyorsun esasen. Bu hissi anlatmak için yola çıktım.

Filmin bir gösteriminden sonra Bursa’dan bir çocukluk arkadaşım bir şey söyledi. Maurice Merleau-Ponty’nin ‘Göz ve Tin’ diye bir kitabı vardır. Ben filmde orada anlatılan şeyi anlatmışım mesela. Kitap “bir şeye baktığında onun da sana baktığı gerçeğini unutma” diyor. O, film boyunca bunu düşünmüş, bunu filme yedirdiğimi söyledi bana.

Filmin sonunda bir kuşun bakışıyla karşılaşıyoruz. Filmin izleyiciyi kendi varoluşuna dışarıdan bakmaya yönelten bir tarafı var mı?

Sonda bariz bir dijital zum hareketiyle anlatının bütün ciddiyet kırılıyor. Bir anlamda tokat gibi belki. Filmin başından beri o kuş onu gözlemliyor. ABD’de bir röportajda biri kuşun alay ettiğini söyledi. “Neden öyle düşünüyorsun, ben hiç öyle düşünmedim” dedim. “İnsan evladı, havada asılı kalıncaya kadar ölüme ve yaşama dair bu kadar şey gördün, aşağıya mı düşeceğini yoksa hayatta mı kalacağını bence artık o kadar da dert etme, diyor” dedi. Bu yorum çok hoşuma gitti.

O sahne filmin genel tonunu da özetliyor sanki. Çok gösterişçi olabilecekken, filmin o tuzağa düşmemesinin nedeni bu alaycı ton mu?

Ben her türlü, filmin ‘rahat’ bir şekilde bitmesini istedim. Bu konuları, bu kavramları konuştuktan sonra filmin ciddi bir tonda bitmemesi lazımdı. Ben o kadar ciddi bir insan değilim. Ben bunları düşünüyorum ama bunun yanı sıra çok gündelik, çok saçma sapan bir sürü şey de düşünüyorum.

Filmden genel olarak bir tesir altına alma, insana doğaya, ölüme bakıp bir tür büyülenme hâli var. Biz büyük ihtimalle yanlış kullanıyoruz bu kelimeyi ama ‘hayret’ duygusu böyle bir şey aslında; hayrete düşmek. Filmin bütün süresi boyunca, hayattaki o her an her şey olabilir hissinin geçmesini istedim izleyiciye. Bunu tabii ki bir belgesel biçimiyle değil, iyi planlanmış, storyboard’da, çekim senaryosunda belirlenmiş birtakım çekimlerle yapmak istedim. Evet filmde böyle bir gerilim olarak var oldu. Biraz da Hay karakteriyle alakalı bir durum bu. Hay sürekli, pürdikkat gözlem yapan birisi.

Film büyüleyici, hayrete düşürücü olsa da aslında mizansenler oldukça yalın ve gerçekçi. Gündelik olanın içine hayret verici olanı nasıl eklediniz?

Açılış sahnesinde, atın olduğu sahnede bu çok bariz. Ses tasarımı ona göre yapıldı. Oradaki devinim de o duyguyu destekliyor, en azından sezgisel olarak. Birçok şeyi en baştan planladım, neyin nasıl olması gerektiğine dair çok net bir fikrim vardı. Gerisi sadece hesap kitap. Her şey ölçekler arasında düşündüğüm bir şeye dönüşüyor. Storyboard’u çiziyorum, kafama yatmıyor, siliyorum, tekrar çiziyorum. Bir örnek vereyim: Koyun sahnesinde böyle bir şey oluyor, koyunun üzerinde ışıklar oynuyor. Sıradan bir görüntünün bana göre ne zaman etkileyici ve güzel olabileceğini biliyorum, bunda video art birikimimin de etkisi var tabii.

Amatör oyuncularla çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Bizim okulda oyunculuk bölümü vardı ama kısa filmlerimde de o oyuncular yerine sinema okuyan, oyunculuk okumayan insanları tercih ettim. Çünkü o kadrajın içinde gerçekleşecek hareketin hızını, ritmini, vurgularını ben belirlemek istiyorum. Oyuncularla yaptığım özel çalışma genelde bu yönde oldu, hiçbiri senaryoyu okumadı –gerçekten oyuncu olan Dilara (Topuklular) hariç. Oyuncularla mekânları gezerken vakit geçirdik. Çekimler başlamadan önce bir noktada senaryoyu okuyacaklarını sanıyorlardı. Ben onları kendi metabolizma hızıma çekmeye çalıştım. Normalde genç, fırıl fırıl, hareketli insanları, ormana gittiğimde benim oradaki bulunma hâlime çektim, orada o dili beraber kurabilelim diye.

Örneğin bir sahnede yerde bir halat var, onun kıvrımı var, onun toparlanıp gerilmesi var. O hareketi, ritmi, süresini düşünün, oyuncuların görüntüdeki konumlarına da aynı şekilde karar verdim. Ömer iskelede abisine soruyor ya o demiri nereye takacağını, mesela o ritimler hep çalışılmıştı. Ben oraya gidiyorum, gösteriyorum, böyle olacak diyorum.

Nebula’yı tasarladığınız bakış açısıyla film yaptığını düşündüğün, ilham aldığınız yönetmenler var mı?

Bu bir yaklaşım meselesi. Sen bu sanata nasıl yaklaşıyorsun? Bu anlamda özgün yaklaşımı olan Bresson var. Hakikaten bunu plastik bir sanata dönüştürebilmiş birisi, ben mesela bunu yapabildiğimi gördüm. Ne kadar becerdim bilmiyorum ama o tekniği kullanarak yaptım bu filmi. Doğrudan doğruya beni etkilemiş olmasalar da bunu yapan başka sanatçılar da var. Mesela kimi ressamlar, yaptıkları resmin içeriğine kendini hapsederler. Kimisi için de onu ifade ederken kullandığı teknikler önemlidir. Bresson sinemada neyse Paul Cézanne da resimde o bana göre. Böyle birçok kişi sayabilirim. Mesela Bergman da öyle. Onun kaygısının değiştiğini görebiliyorsun filmografisine baktığında, Bresson çok farklı filmler yapsa bile o yaklaşımını sürdürmüş. Sinemanın bana sağladığı araçların hiçbirine, “bu da böyle kullanılır” diye yaklaşmadım. Hepsi benim kurmak istediğim dünyaya nasıl uyacaksa öyle kullanmak istedim. Bunu yapan herkesten etkileniyorum.

Ses tasarımında nasıl bir yöntem izlediniz?

Daha storyboard ortada yokken bile sesle ilgili notlarım vardı. Mesela defterime hem sesle hem görüntüyle ilgili bir not yazmışım: Ömer ormanda yürüyor, bir anısını anlatıyor. Birazdan ormanda çok somut, fiziksel bir eyleme girişecekler. Fakat onun anlattığı şey konum olarak oraya ait değil; sahilden bahsediyor. Zaman olarak da oraya ait değil. Böyle bir yabancılaşma etkisini nasıl sağlayabilirim diye düşündüm. Güneşin hafif tepede olduğu bir anda, karakterin yüzünde ışıkların oynayacağı ve dikkatimizin biraz oraya yöneleceği bir şey yapayım, dedim. İkincisi oyunculukla ilgili, anlattığı şeyin çok ciddiye alınmaması için ne yapabilirim diye düşündüm. Eline bir sigara verdim, yokuş yukarı çıkarken sigara içiyor, nefes alabilmek için es vermek zorunda kalıyor. Ses tasarımında da kuş ya da orman sesi konur ya, böyle bir şey yapmadım. Bunu fark etmek çok zor tabii ama, belli yerlerde belli kuşların sesini kullandık, belli yerlerdekileri sildik, karakterin cümlesini bitirdiği yerlerde kuş seslerini coşturduk mesela.

Kendi sinema geleneğimizdeki taşra hikâyeleriyle karşılaştırdığınızda Nebula’yı nerede görüyorsunuz?

Bence Nebula öyle bir film değil. Varoluşsal sıkıntı filmi değil. Şu şekilde de ayırabiliriz: Nebula insan-merkezci bir film değil. Taşra çok sosyolojik bir şey, oranın kültürel kodu yok bu filmde. Sadece orada herhangi bir gölde, herhangi bir balık tutma eylemi var. Benim çeşitlilik içeren bir doğaya ihtiyacım vardı, annemin köyü de bunun için elverişli bir yerdi.

İnsan doğası meselesini doğa olmadan şehirde anlatacağımı düşünmüyorum. En azından şimdilik bilmiyorum bunun nasıl yapılabileceğini. ‘Hayy İbn Yakzan’dan etkilenmiş olmam, doğayı kullanma sebebim. Arka plan için doğa dışında hiçbir başka arayışımın olmadı. Nebula’da doğa sadece bir arka plan da değil, doğrudan doğruya protagoniste dönüşüyor.

Nebula’nın festival yolculuğu nasıl geçti? Filmin seyircide nasıl karşılık bulduğundan bahsetmek ister misiniz?

Festivallerde çok gösterim yaptık. Benim adıma en iz bırakan şey Selanik Film Festivali’nde gerçekleşti. Gittik, akreditasyon kartlarımızı alıyoruz. Beklerken Güneş önündeki dergiyi açtı. Baktı bizim filmden bir kare var. Tarladaki ateş görseli. Etkileyici bir görseldir diye kullanmışlardır diye düşündüm. Güneş yazının ne hakkında olduğunu sordu. Yunanca bilen birisi “Dead Horse Nebula diye bir filmden bahsediyor” dedi. Festival direktörü Orestis (Andreadakis), festivalin başyazısını bizim filme ayırmış. Özetle diyor ki, “politik olarak doğru olmasa da, iki yüz tane filmden ana temanın nasıl oluşturulduğundan bahsetmektense, şu an yapılması gereken bu film hakkında yazmaktır. Beni son yıllarda en çok etkilemiş filmden bahsetmek istiyorum…” O yüzden bizim gösterimler hep dolup taştı. Bu çok etkileyiciydi.

Filmin seyircide nasıl karşılık bulduğuna gelince, şunu söyleyebilirim: Odanda masa başında, belki en fazla Güneş kadar yakınında olan birisiyle paylaştığın, yarattığın, geliştirdiğin şeyler var. Bunların karşılık bulması çok ilginç ve herkes bir yerden yakalıyor seni. Bunu da kimse fark etmez dediğin bir şey kaçmıyor. Ona emek verdiysen, filme yedirebildiysen bir şekilde bir karşılık buluyor.

Söyleşi: Berke Göl, Ali Deniz Şensöz
Fotoğraf: Ali İhsan Elmas

İzdiham

Kaynak: altyazı