15 Ağustos 2016

Ne kadar özgürüz?

ile izdiham

Bugün Isaac Babel’in Kızıl Süvariler adlı öykü kitabını okurken bir taraftan da çok sevdiğim Dmitri Şostakoviç’in müziklerini dinliyordum. Şostakoviç için söylenecek çok şey var. Her şeyden önce onun eserlerindeki coşkuyu çok seviyorum. Ancak eserlerini bir kaç guruba ayırmak gerekiyor diye düşünüyorum. Stalin döneminde yaşamış bir besteci olarak özgürce yaptığı eserler ve baskıyla yaptığı eserler gibi öncelikle ikiye ayırabiliriz ve eserlerini arasındaki farklılıklar bu şekilde belki açıklanabilir.

O dönemde kurşuna dizilerek öldürülmüş bir sanatçı değildir ama Isaac Babel kurşuna dizilerek öldürülmüş bir yazardır.

Her şeyi bırakıp kitaplığıma doğru yürüdüm, aklımdaki her şeyi Eduardo Galeano çok sade bir şekilde açıklıyordu.

“Bu eskiden de söylendi,bugün de söyleniyor: içerden kudretlilerin dışardansa emperyalistlerin sürekli saldırılarına maruz kalan toplumsal devrimlerin özgürlük sunma gibi bir lüksleri olamaz.

Ne var ki, Rus devriminin ilk zamanlarında, üstelik düşman saldırganlığının iç savaş ve yabancı istilasıyla doruk noktasına ulaştığı dönemde, yaratıcı enerjisinin çok daha özgürce tezahür ettiği görüldü.

Daha sonra, artık komünistlerin tüm ülkeyi kontrol ettikleri çok daha iyi zamanlarda, bürokrasi diktatörlüğü kendi tartışmasız gerçeğini dayattı ve çeşitli affedilmez sapkınlık olarak görüp lanetledi

Marc Chagall ve Wassily kandinsky gibi ressamlar ülkeyi terk ettiler ve bir daha geri dönmediler.

Şair Vladimir Mayakovski kalbine bir kurşun sıktı.

Diğer bir şair, Sergei Esenin , kendini astı.

Öykü yazarı Isaac Babel kurşuna dizildi.

Çıplak tiyatro sahneleriyle devrim yapmış olan Vsevolod Merhold da kurşuna dizildi.

Ve ilk baştaki devrim liderlerinden Nikolay Buharin , Grigori Zinoviev, ve Lev Kamenev kurşuna dizilirken , Kızıl Ordu’nun kurucusu Lev Troçki sürgünde katledildi.

İlk baştaki devrimcilerden hiçbiri kalmadı. Hepsi ortadan kaldırıldı: gömüldüler ya da sürgün edildiler. Kahramanlık fotoğraflarından silindiler ve tarih kitaplarından çıkarıldılar.

Devrim liderleri içinden en kötüsü tahta çıkarıldı.

Stalin kendisine gölge edenleri, hayır diyenleri, evet demeyenleri, bugün tehlike arz edenleri, yarın tehlike arz edecek olanları, bazılarını yaptıklarından ötürü, bazılarını yapacakları için cezalandırmak için ya da şüphelerden ötürü kurban etti.

Eduardo Galeano”

Okuduğumuz, dinlediğimiz, gördüğümüz, izlediğimiz hemen her şeyde başkalarının müdahaleleriyle gelişen bir serüvenin içerisinde olmak oldukça garip.

Düşünsenize, çok daha farklı yazılar okuyabilirdik, çok farklı müzikler dinleyebilirdik…

Eduardo Galeano Isaac Babel’i ise şöyle aktarmış;

“Isaac Babel yasaklı bir yazardı.
Şöyle diyordu; ben, yeni bir tarz icat ettim : sessizlik.

1939 da tutuklandı.
Ertesi yıl yargılandı.
Duruşması yirmi dakika sürdü.
Devrimci gerçekliği çarpıtan küçük burjuva bakışının hakim olduğu kitaplar yazdığını itiraf etti.
Sovyet Devleti’ne karşı suçlar işlediğini itiraf etti.
Yabancı casuslarla konuştuğunu itiraf etti.
Yurt dışı seyahatlerinde Troçkistlerle görüştüğünü itiraf etti.
Yoldaş Stalin’i öldürmek için hazırlanan bir komplodan haberdar olduğunu ama bunu ihbar etmediğini itiraf etti.
Ülke düşmanlarının etkisi altında kaldığını itiraf etti.
İtiraf ettiği her şeyin uydurma olduğunu itiraf etti.
Aynı günün gecesi onu kurşuna dizdiler.
Karısı bunu on beş yıl sonra öğrendi.

Eduardo Galeano ( Aynalar-Sy 284 )”

İşin en tuhaf tarafı bu geçmişte de aynıydı bugün de de farklı bir biçimde aynı.

Geçmişte müzisyenler, ya da sanatçılar yaşamlarını sürdürebilmek için mutlaka Kralın ya da Kilisenin koruması altında olmak zorundaydı.

Hatta içlerinde başka ülkelerin vatandaşı olanlar bile vardır. Örneğin Alman olmasına rağmen George Frideric Handel vatanını terk ederek İngiltere’ye yerleşecek ve George adını alacaktır.

Buna benzer o kadar çok örnek vardır ki bunların arasından sıyrılanlar çok azdır.

Bugün dinlediğimiz klasik müziğe ait hemen hemen bütün eserler müzisyenlerin kendi özgür ortamlarının dışında ortaya çıkmıştır.

Tamamiyle özgür olsalardı farklı eserler duyabilir miydik?

Bilemiyorum, her dönem kendi nesnel koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinden bunu tartışmanın anlamsız olduğuna inananlardanım. Ama sanırım blues ya da jazz müziğini klasik müziğe tercih etmem bu müziklerin ortaya çıkışında kişilerin kendi özgür ruhlarını işe katmış olmalarıdır diyeceğim.

Emin olun, günümüzde de durum hiç farklı değil. Müzik sektöründe oluşmuş köşe başlarının istekleri doğrultusunda müzik dinlediğimizden emin olabilirsiniz.

Ya da kişisel çabalarıyla albüm çıkartmaya çalışan müzisyenleri ve onların konserlerini takip ederek müzikte özgürlüğün sınırlarının nereye kadar gidebileceğini görebilirsiniz.

Okuduklarımız, dinlediklerimiz, izlediklerimiz her ne kadar kendi irademizle seçimimiz gibi gözükse de genelde bizlere, bizleri hiç te düşünmeyerek sunulanlardır.

Bu yazıyı Şostakoviç’in Suite for Jazz Orchestra No. 2 olarak bilinen eseriyle kapatmakta fayda var.

Ancak bu eserle ilgili olarak ta minik bir açıklama yapılması gerekir.

Bestecinin yazmış olduğu caz süiti 1938’te Moskova radyosunda yayınlandığında bu bölüm yoktu.İkinci Dünya Savaşı sırasında bu bölüm kaybolmuştur ve ancak 1999 ta bulunmuştur.Bulunan notalar ise piyano notalarıdır.

Her filmiyle klasik bir eseri tam yerinde kullanan usta yönetmen Stanley Kubrick, bu valsi Eyes Wide Shut filminde kullanarak eserin bir kez daha ölümsüz olmasında etken bir rol oynamıştır.

 

Sanem Uçar

İZDİHAM