15 Mart 2016

Mustafa Kadir Çelik, Şehrin Kamburları

ile izdihamdergi

GİRAY

Bu dünyaya yetecek yegâne şeyin sevgi olduğunu söyleyenler kadar sahtekâr insanlar tanımadı hayatında. Çok severdi bu yüzden ayıları. Parası olursa eğer yavru bir ayı alacaktı. Büyüyünce yalnızlık çekmesin diye iş, eş, arkadaş… Ayılar öldürsün istiyordu kendisini ama şimdi olmaz diyordu arkadaşları.

Tanıdık bir ses arıyordu. Kendi mahallesinde pek vakit geçirmezdi. Ana caddeye çıktı ve yürüyerek merkeze kadar gitmeye karar verdi. Kaldırımları adımlarken sağına soluna bakınıp duruyordu. Biraz hızlansa birine çarpacak diye attığı ürkek adımlar onu yeni açılan bir kitapçının önüne getirmişti. Sevindi. Çünkü o koca caddede her gün İstanbul’un dört bir tarafından gelen insanların karınlarını doyurma çabaları dışında vakit geçirebilecekleri başka mekân yoktu. Dükkâna yaklaşınca kendini toparlayarak camekâna ve üstündeki yazılara dikkat kesildi. Onun tıp kitapları satan yer olduğunu anlayınca kapıdaki kitapçı çırağı’nın davetine aldırış etmeden yüzünü buruşturarak yönünü kalabalığa doğru çevirdi. Otobüs duraklarında bekleyen yolculara bakmadan geçemiyordu, yolcular da ona tabi. Muhallebici Hasan Usta her zamanki gibi dolu, elde parlamamış hiçbir yer bırakmayan bol yağlı açmalarıyla meşhur pastane, içinde çalışanların yüzündeki gülücükleri kesintisiz şekilde devam ettiriyor az ilerde başındaki kafkas kalpağıyla tanınan tuvalet bekçisi cami önüne çıkardığı eski kitapları fakir öğrencilere  satmak için ayakta beklemekten yorulmuş olacak ki asırlık ağacın dibine çömelmiş bacaklarını dinlendiriyordu. Medikal işyerlerinin müşterisi artmış, dışarıdan iflasın eşiğinde gibi gözüken mekânlar karınca akınına uğramış gibiydi. O bölgede her markadan tek dal sigara satışıyla bilinen daha çok orta ve lise dönemindeki erkek öğrencilere magazin gazetelerinin verdiği erotik filmleri satan kuruyemişçi bile ikinci dükkânını açmıştı. Yoldaki her şey akışında ilerliyordu kendisinden başka. Yürürken arar ara durup düşünüyor sonra devam ediyordu. Aynı şeyleri soruyor her defasında aynı cevapları alıyordu farkına varmadan. Zihni kötü bir oyun oynuyordu kendisine. Doğup büyüdüğü, salonunda yedi kardeşin hatıraları ile dolu olan otuz yıldır kaldığı evi bile tanıyamaz duruma gelmişti. Yabancı kentlerde ölmeyi beceremediğinden ya bu şehirde ölmeli ya da şehri içinde öldürmeliydi artık. Şehirde ölmek zor değildi. Herkes gibi o da aynı şeyleri yapacaktı. Yöneticilerinin insanları sömürmek için çıkarttığı yasalardan dolayı bitip tükenmeyen sorunlarla uğraşıp yaşlandıktan sonra oturup bir köşede beklemek… Ya şehri içinde öldürse? Her gün hoşuna gitmediği bir yerin nefesini solumak, ondan alışveriş yapmak, onunla yaşamak… Hayır hayır. Şehri de evi de, hayatı da ölümü de sevmeliydi. Neyi arıyordu bu adam.  Kimdi o? Kim ondan?

Yolunun üstünde iki hastane geçmişti.  Hastanelerden birisinin çıkış kapısından geçerken gözü acil bölümüne takıldı ve merakına yenilerek içeri girdi. Kış’ın ortasında bahar yaşandığından her tarafta grip salgını vardı. Sayamayacak kadar kalabalıktı insanlar. Muayene olmak için sıranın çabucak bitmesini istiyorlar, sabırsızlanıyorlardı. Aralarından bazıları dayanamıyor “Sıra ne zaman bize gelecek, ne biçim doktor bunlar, yarım saatte bir hastaya bakabiliyorlar ancak, vurun iğneyi gönderin arkadaşım” diyerek yüksek sesle kendilerini o saatte orada bulunan herkese duyurmaya çalışıyorlardı. Gösterdikleri çabanın dikkate alınmadığını görünce sanki daha önce aralarında plan yapıp anlaşmışçasına karşı hamle yapmada hiç gecikmiyorlardı. Hastalar öksürme, burun çekme ve hapşırma seslerinden müzikal bir koro oluşturup uzun koridorların yankı oluşturma özelliğini kullanarak ortaya çıkan melodilerle intikam alıyorlardı görevlilerden. Odasında hasta bekleyen doktor ve hemşirelerse bu seslerin rahatsız edici durumundan kurtulmak için bir birlerine moral verir gibi bakıp kaş göz işaretleri yapıyordu. Giray içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamadı ve kendisini dışarıya attı. Fatih yokuşunu çıktıktan sonra biraz yorgunluk biraz da kireçli çay alışkanlığını hatırlamak için yaklaşık yirmi beş, otuz dakika sonra her zamanki yerlerinden birine oturarak

“Metin Amca bu sefer ki demli olsun. Şekeri de bol koy” dedi.

Metin amca önce şaşkın şaşkın baktı. Yıllardır tabureler arasında dolaşan tepsideki çayı açık ve şekerli olmadığı için geri çeviren Giray’ın demli ve bol şekerli çay istemesi onun için hayra alamet değildi. Göz göze geldiler. Bu sefer Girayın da yüzünde şaşkın bir ifade oluşmaya başlamıştı. “Metin Amca niye böyle bir tepki gösterdi” diye düşünmeye başladı. Bir yandan onu anlamaya çalışırken diğer taraftan da düşünmeye devam ediyordu. Metin Amca insan sarrafıydı evet ama hangi kahveci bu kadar iyi tanıyabilirdi ki müşterisini?  Sonra Giray, Metin Amcayla arasında farkına varamadığı zamanla oluşan duygusal bir bağın yeni yeni ortaya çıktığını anladı. Aslında hepsi hepsi birinin kalbindeki boşluk diğerinin kamburundaki acıya çarpmıştı başka bir şey değil. Giray yaşlı adamla bakıştığı saniyelik anlardan sonra onun şaşkınlıktan sonra gelen merhametinin altında kalmamak için konuşmak zorunda hissetti kendisini:

“Demli olsun çünkü şiir ümit veriyor hiç değilse. Şiir ümit veriyor ama yazı çok insafsız..  Yılların sıkıntı ve stresini çektikten sonra kendimizi hikâyelere, romanlara ya da şiirlere sığdırıyoruz. Haklıyız belki, avunacak başka bir şey bulamıyoruz.  Yılların harcadığını yine yıllara veriyoruz ve unutulup gidiyor her şey. Yazı gerçekten de çok insafız be Metin Amca.  Sen yetmiş küsürlük yaşını nasıl sığdırdın bu çay ocağına? Boş bardaklara, dolu bardaklara, kırılanlara, kahve fincanlarına…   Kaç yılık o üstündeki yelek? Ne konuşuyordun taburelerle?”

Metin Amca genç adamı dinledikten sonra biten çay bardağını alıp titreyen elleriyle tepsiye koydu. Sanki yüzünün sadece yarısının gözükmesini istermiş gibi giriş kapısının önündeki üç basamaklı merdivenin son basamağından içeri adımını atarken durdu ve kapı pervazından zayıflayan boyun kaslarından olsa gerek istemsiz şekilde kafasını sallayarak

“Ben sana yine eskisinden getireyim emi”

Dedikten sonra çay ocağına girip gözden kayboldu.

RENAN

Çevrede kimseler gözükmüyordu. Halkın yarsından çoğu göç etmişti. Etrafındaki bütün evler içindeki insanlar kadar savaşın acımasızlığına maruz kalmış ya çatısı uçmuş, ya da duvarları parçalanmıştı. Çatışma sesleri onbeş yirmi metre öteden geliyordu. Kulağına gelen homurdanmalar onu yanıltmıyorsa yakınlarda öfkeli bir tank koca koca mermilerini harcamak için fırsat kolluyordu. Renan elini çabuk tutmalıydı yoksa katlandığı bütün eziyetler, çabaları boşa gidecekti. Bunun için kaç kere ölümden dönmüştü. Her gün çevresinden eksilen, türlü türlü işkencelerle ölen insanlardan sonra sıra kendisine gelmeden bitirmeliydi işini. Asker önünde diz çökmüş bekliyordu. Silahını kafasına dayayıp sordu:

“Son dakikalarını yaşıyorsun”.

“Affet. Affet pişman oldum. Beni de alın aranıza. Hem onlar hakkında size çok önemli bilgiler veririm”.

“Bana pişmanlık hissetmeyeceğin kadar kötü biri olmadığını kanıtla ve güzel bir şekilde öl. Bu fırsatı sana kimse vermez. Ha istersen onlara teslim ederim seni. Ama ne yapacaklarını biliyorsun! Ablama tecavüz edip işkenceyle öldürdüğünüzü haber aldıktan sonra sizi çok aradım. Korkma, gittiğin yerde arkadaşların seni bekliyor olacak”!

“Fatıma’nın üzerine yemin olsun ki dokunmadım. Haberim yoktu sonradan öğrendim yapılanları”.

Renan cebindeki sigara paketinden bir tane çıkartıp az sonra ölecek olan askerin dudaklarına sıkıştırdı. Asker Renan’ın bu davranışına anlam verememişti. Korku ve şaşkınlıkla izliyordu onu. Dudakları titriyordu.

“Bu sigara buralarda bulunmaz değil mi? En kalitelisinden. Sizin için saklıyordum. Diğerlerine de aynısını yaptım. Hatta sizden biri viskiyi çok severdi. Ona viski ikram ettim ve ablama tecavüz ettikten sonra ona hangi işkenceleri yaptığını hatırlattım. Ölüm korkusunu hissetmek istemediğinden şişenin dibini buldu. O şekilde öleceğini zannetmişti. Yapmadım. Ayılmasını bekledim. Ayıldıktan sonra sarhoşluğun verdiği bilinçaltı onda suçluluk psikolojisini daha etkili bir şekilde yaşamasını sağlamıştı. Uyandığında yaşıyor olduğunu anlayınca yalvarmaya başladı. Fakat senin ölümün biraz daha iyi olacak. Şanslısın. Sırf bunun için seveceksin beni”.

Renan yan cebindeki çakmağını çıkarttı. Asker genç olduğundan ona bir iyilik daha yapmak istedi.

“Bu cehennem çatışmalarında zor da olsa piponu düşürmemeyi başardım. Başardım çünkü onu kendimden de iyi sakladım. E bir de keyif cigarası içeceğiz beraber az daha unutuyordum. Bak benim gibisini bulamazsın. Al hadi. Kaç kişiye denk gelir böylesi değil mi?

Asker pipodan hızlı hızlı nefeslenmeye başladı.

“Çeeeek çek, iyi gelir. Yeter, sıra bende.

Askerin göğsü balon gibi şişmişti. Bir an nefesi kesilecek zannetti, çok korkmuştu Renan. Hemen başından aşağıya iki kova su döktü. Askerin nefes alış verişi normale dönmeye başlamıştı. Konuşamıyordu. Canı boğazına kadar çıkmış gibiydi. Renan birçoğunu kurşunla öldürmüştü. Bu sefer ki farklı olsun istiyordu.

Silahını tekrar kafasına dayadı ve bağıra bağıra sormaya başladı. Yüz yüzeydiler. Askerin gözlerini arıyordu ama nafile. Bir türlü yakalamıyordu. Birisi yorulana kadar baktı. Diğeri yorulana kadar kaçırdı gözlerini.

İkisinin de ağız ve burunları yeni açılmış fabrika bacasının ilk dumanları gibiydi. Renan daha sonra düşündüğünde hiç bilemeyecekti gözlerinden akan yaşları. Sesi, bombardımandan iki katı harabeye dönmüş evin alt katındaki duvarlarında bulunan uçaksavar mermilerinin açtığı deliklerden dışarıya kan gibi fışkırıyordu.

“Ablamı işkence ederken ne kadar ağlattınız? Ne kadar korkuttunuz onu? Kaç gün eğleştiniz? İniltiden sesi kısıldı mı? Ellerini göster, göster ellerini güzel miydi göğüsleri. Kalçaları hoşunuza gitti mi? Kaç kişi tecavüz ettiniz ona? On, yirmi. Sana söylüyorum konuşsana. Bırak hayvan gibi solumayı”.

Son cesediydi. Tam bir yıl yakınında dolaştı durdu. Böylesi daha etkiliydi. Savaş uzun sürecekti nasıl olsa. Şimdi amacına ulaşmıştı. Peki, onu öldürdükten sonra ne yapacaktı. Kimi kalmıştı ki başka. Keşke dedi, keşke onu saklayıp götürseydim. Biraz daha vakit geçirseydik!

Nefes borusu tıkanmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Bir şey de düşünemiyordu zaten.  Az sonra öleceğini bile unutmuştu. Tarif edemediği bir korku ruhunu ele geçerdi. Kafasını iki yana sallamaya başladı. Hırıltıyla bir şeyler anlatmaya çalışır gibiydi. Vücudu öylesine seğiriyordu ki insanlar görebilseydi onun dans ettiğini zannederdi. Dizleri bükülürken son enerjisini harcıyor, kafası öne doğru düşüyor, Renan her seferinden onu yerden kaldırıp tekrar eski haline döndürüyordu. Daha fazla dayanamayarak yıkıldı. Canı dirhem dirhem, isteksizce çıkıyordu. Piponun ağızlığını ısırmış sanki gittiği yere onu da götürmek istiyor, bırakmıyordu. Ayakları hızlı ama isteksizce gövdesine doğru gidip geldi. Renan çırpındığını bile anlamadı. O hala ağlıyor, kulağına eğiliyor sanki kürsüde hararetli bir konuşma yapar gibi haykırıyordu.

“Lütfen kalk ayağa. Ne olur kalk. Anlat. Tekrar anlat. Diğerlerini nasıl öldürdün. İşkence yaptığın, tecavüz ettiğin diğerlerini de anlat. Onların da hikâyesini dinlemek istiyorum. Hadi, bak ne istersen yaparım. Çok susadın değil mi? Karnın mı aç yoksa? Bekle hemen getiriyorum. Niye cevap vermiyorsun? Bir hastalığın mı var. Doktor çağırayım mı? Doktor çağırın çabuk. Çağırsanıza. Doktooooor.

Ebu Renan diyorlardı ona. Kulakları sağır eden bir sesin sahibi. Gerçek ismi neydi bilinmiyor. Kimileri erkek kimileri de “o bir kadındı” diye tartışıp duruyorlar. Humus’ta onu tanıyanlar bu olayı konuşuyorlardı. Savaş çıkmadan önce öğretim görevlisiymiş. Bazıları deli diyordu onun için. Bazılarına göreyse savaş onu dahi yapmış. Renan nerde mi? Şam’ın arka sokaklarında dolaşıyor şimdi!

Mustafa Kadir Çelik, Şehrengiz Dergisi, 14. sayı
İZDİHAM