11 Ağustos 2017

Muhammed Güleroğlu, Ölüm 1

ile izdiham

Adını bilmiyorum, kimse bilmiyor. Bundan sonra da bilinmeyecek. Kendisi çok yakın arkadaşımdır.

Halep’te envai çeşit kurşunla delik deşik edilmiş bir binanın duvarına yaslanmıştı. Bir elini gövdesine sarmış ve bir ayağını duvara istinad yapmış vaziyette, o tozlu çirkin kırmızı tişörtünü sıvazlaya sıvazlaya telefonda konuşuyordu. Hattın diğer ucunda Ürdün’de mülteci kampında ailesinin geri kalanı ile bir çadırda yaz sıcağında sıcak sular içen nişanlısı vardı.

“Az kaldı, hepsi bitecek, seni kurtarmaya geleceğim, söz veriyorum” dedi, tüm umuduyla, tüm gücüyle, tüm aşkıyla, tüm kahramanlığıyla.

Birkaç gün sonra aynı yerde durmuş nişanlısı ile iletişim kurmaya çalışırken üzerine bir bomba düşeceğinden haberi henüz yoktu.

Adını bilmiyorum, kimse bilmiyor. Bundan sonra da bilinmeyecek. Kendisi en yakın dostumdur.

Oxford’da felsefe okuyordu. Hayal kurmayı severdi. Küçüklüğünden beri rüyalarına giren ancak yüzü hiç görünmeyen bir sevgilisi vardı. Onu bulacaktı, nitekim buldu da. Bir çarşamba sabahıydı, aynı kampüse girdiler. Klasik çarpışma ve yere saçılan ders notlarını toplama ritüelleri gerçekleştikten sonra bir bara gittiler beraber. Kızın söylediği her bir söz, gencin rüyalarındaki yüzü netleştirdi. Birkaç hafta boyunca birkaç günde bir buluştuktan sonra genç, kıza onu yıllardır aradığını ve rüyasını anlattı. Kız reddetti, onu sempatik bulduğunu ancak ciddi bir ilişki için birbirleri ile uyumlu olmadıklarını söyledi.

Adını bilmediğim arkadaşım, adını bilmediğim bir uçurumun kenarına geldi, ayaklarını aşağıya doğru sarkıtarak yanında Nietzsche’yi hayal etti.

“Neden hayat bu kadar anlamsız?” diye sordu.

“Defalarca söyledim. Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü bi türlü anlayamıyorsunuz” diye çıkıştı Nietzsche.

“Tamam tamam sakin ol kovboy” dedi yakın dostum.

Rüzgarın da biraz desteği ile kısa bir süreliğine uçtu.

Adını bilmiyorum, kimse bilmiyor. Bundan sonra da bilinmeyecek. Kendisi en yakın sırdaşımdır.

Her gün gittiği kafede nedense sadece en ortadaki masada boş yer olurdu. Oysa ki o hep yalnız olduğu için kıyıda köşede kalmış masalarda oturmayı hayal ederdi. Yine o en çirkin masaya oturdu ve klasik kalabalıklar içinde yalnız olma ritüelini gerçekleştirdi. Etrafına şöyle bir bakındı. O sık sık etrafına şöyle bir bakınır. Son yudum çayını fondipleyip hesabı masaya bıraktı ve ayrıldı. Diğer günlerin aksine, güzel havadan mıdır nedir bilinmez, o gün kendini birden iyi hissetmeye başladı. Yalnızlığının o gün son bulacağını düşündü ve kaldırımın en sağından, en kuytusundan, en karanlık yerinden insanlara bakmaya utana utana giderken bir yandan da yüzü gülmeye başladı. Üstelik arada bir kikirdiyordu da. Kafasında kimbilir neler kurguluyordu. Kaydadeğer hiçbir özelliği yoktu, insanların onunla durduk yere tanışmasının bir anlamı yoktu, güzel kasiyerlerin paraüstü öderken kur yapan esprilerine maruz kalacak kadar yakışıklı değildi, zengin ya da fakir değildi, iş arkadaşları onunla alay etmeye tenezzül etmezdi, ailesinin iki numaralı oğluydu ama en küçüğü değildi bu yüzden büyük ya da küçük değildi, etkileyici derin bakışları yoktu, sempatik değildi.

Yine de kikirdemeyi hak ediyordu. Herkesin için de inci gibi dişlerinin tamamını göstere göstere kahkaha atmak henüz haddi değildi tabi. Kikirdemek kâfi idi.

Cafcaflı bir ölüm de karşılamadı onu. Karşıdan karşıya geçerken bir ticari taksi çarptı ve pat diye öldü. Uzun süre yoğun bakımda kalacak kadar güçlü ve karizmatik değildi. Bir yara izi kalsa ve hayatına o yara izinin verdiği karizmatiklikle devam etseydi ne olurdu bimem, ama olmadı. Etrafında kalabalıklar toplanmadı. “Açılın ben onun arkadaşıyım, eşiyim, dostuyum, babasıyım, kardeşiyim, ablasıyım” filan diyen olmadı. “Açılın ben onun taa” diyen bile olmadı.

Gebersin it oğlu it.

Muhammed Güleroğlu

İZDİHAM