18 Nisan 2019

Melek Bölükbaşı, Rüyadan Fazlası İrkilerek Uyanmaktır

ile izdiham

Yatağımdan kalktım. Oda zifiri karanlık. Ne bir sokak lambasının ışığı vuruyor ne de karşı apartmanda oturan emekli müteahhit amcanın ışığı. Boğuldum. Biri boğazıma yapışmış da nefes alamıyormuşum gibi. Evde her şey üzerime geliyor. Perdeler nefretle uğulduyor, kanepe tüm hiddetiyle bağırıyor gibi. Nefes alamıyordum. Boğazım gittikçe kuruyordu. Sanki günlerdir su içmemiştim. Dışarı zor attım kendimi. Aceleyle ayakkabı yerine terlik giydim. İçimde bir korku bir telaş. Bu tarifi zor duygu neydi? Ve neden gecenin üçünde beni hükmü altına almıştı? Çıkmak, sadece çıkmak istiyordum.

Hızlı hızlı, sendeleye sendeleye indim merdivenlerden. Ellerim titriyor. Neden su içmemiştim ki? Demir kapıyı açtım. Gecenin bu derin sessizliğinde gürültü yapmamak için usulca kapattım kapıyı. “Sağa mı gitsem sola mı? Sol.” dedim içimden. Sonra vazgeçtim sağa doğru yürüdüm. Ömrüm hep vazgeçmekle geçti. Solaktım ben. Küçüktüm, çok küçüktüm.

Annem sağ elimle yemek yemeyi öğretmesine rağmen sol elimle yediğim için hep yadak yerdim. Artık dayak yememek için sol elimle yemek yemekten vazgeçtim. Bu, hayattaki ilk vazgeçişlerimdendi, hiç son olmadı. İşte tam da bu yüzden sola gitmeyi düşünmüşken vazgeçip sağa doğru yürüdüm. Önümde dümdüz, karanlık bir yol. Sağında ve solunda bir sürü bina. Çelimsiz, çirkin mi çirkin. Hep mi böyle çirkinlerdi? Hiç fark etmemiştim. Ne sokakta ne de binalarda bir gram ışık yoktu. Önümü zor görüyordum.

Sol köşede müstakil bir ev. Dumanı tütüyor, ağaçları hışır hışır konuşuyor, sanki bir şeyleri tartışıyorlar. Bu evi her gördüğümde içim rahatlardı, farklı ve güzel duygular hissederdim. Bu sefer öyle olmadı. Yürüdükçe bu güzel ev arkamda kalıyordu ve nihayetinde artık onu göremeyecek kadar uzaklaşmıştım. Yürüdükçe yürüyordum. İçim titriyor, ellerim soğuyordu. Nereye yürüdüğümü bilmeden yürüdüm. Adımlarım bir sarhoş edasında, bir ileri bir geri; bir sağa bir sola gidiyordu. Yeryüzünde bana umut kalmamıştı. Gökyüzüne baktım. Bir yıldız parlar gibi oldu. Beni görünce vazgeçti, parlamadı. Şimdi gökyüzü de yeryüzü gibi olmuştu.

Birdenbire içime müthiş bir korku düştü. Bir şeyden kaçmam gerektiğini anlatmaya çalışan bir korku. Elini uzatsa beni yakalayacakmış gibi. Koştum arkama bile bakmadan. Kuruyan dilim, damağıma yapıştı sonunda. Ama koşmalıydım. Beni yakalamamalıydı. Durmadım, daha da koştum. Sola döndüm. Etrafta kimsecikler yoktu. Sanki herkes terk etmişti evlerini, sokaklarını. “Biri olsa” dedim “biri olsa da çekse kurtarsa beni.”. Kim bu peşime düşen kim bu korkunun sahibi ve benden ne istiyordu? Artık durmam gerekiyordu. Çünkü kalbimin çarpıntısından nefes alamaz olmuştum. Biraz durmak nefes almak, sakinleşmek istedim. Köşede bir bina gözüme ilişti. Merdivenleri aşağı iniyordu. İndim. Kimse görmesin diye köşeye oturdum, daha da karanlığı seçtim. Şimdi dinlenebilirdim. Peşimdeki de dahil kimse artık beni bulamazdı. İleride bir kedi gördüm. Sadece gözlerini seçebildim. Ondan ve benden başka kimse yoktu. Hava soğuktu ama ben terlemiştim. Gittikçe kalbimin çarpıntısı azalıyor, rahat nefes almaya başlıyordum. Başımda müthiş bir ağrı.

Bütün sinir hücrelerim yukarı çekiliyordu adeta. Şimdi sırası mıydı tam da rahatlamışken. Bu esnada omzumda bir el hissettim.

Nefes nefese uyandım. İnsan böyle rüyalar görmemeli. Rüyanın tesiriyle kahvaltı yapmak istemedim. Çay demledim ve uzunca düşündüm. Kimdi o el kimdi, kimdi?

Melek Bölükbaşı

İZDİHAM