21 Şubat 2017

Mehmet Akif Öztürk, Yalnızlığı Kim İcat Etti?

ile izdiham

“Yalnızlık bir boşluktur
içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.
abalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.”

Hasan Ali Toptaş

İnsanın kendine bile itiraf edemediği yalnızlıklar vardır bu hayatta. Sadece içindeki ‘ben’iyle karşı karşıya kaldığı zamanlarda, bazen bir ‘deli’ gibi kendi kendine konuşarak, beyninin kıvrımlarından kanlar akıtarak itiraf ettiği; ama hemen sonrasında yine sanki kendiyle o konuyu hiç tartışmamış gibi yaptığı yalnızlıklar. Çeşit çeşit değildir insanın yalnızlığı. Gerçek yalnızlıklar ve sahte yalnızlıklar vardır modern çağlarda.

Çok kolaydır bu iki yalnızlığı birbirinden ayırt etmek. Modern zamanların bireyleri olarak yaşadığımız birkaç saatlik ilgi göstermeme haline yalnızlık der olduk. Yirmi dakika elimizi telefondan uzak tutamıyoruz; çünkü sözde yalnız hissediyoruz kendimizi. Bilmem kaçıncı sevgilimiz bir saat mesaj yazmadığında, hemen yalnızlık duygusuna kapılıyoruz. O sahte duyguya. Oysa ki yalnızlık dediğimiz şey, insanın bunu ilk tattığı andan itibaren yakasını bırakmaz. Kırgınlıklarla bir olup saldırır insanın üzerine en olmadık zamanlarda. Kimsenin onu anlamadığına inanıp, yarım saat sonra bu duygusundan sıyrılan modern dünya bireyinin karşısında; babasının-annesinin mesleğini soran öğretmenin karşısında ürkek bakışlı, ama içinde kasırgalar kopan bir öksüzün, bir yetiminkidir gerçek yalnızlık. Bir parantez açıyorum; ben eğitimciler üzerinde sözü tesirli biri olsaydım, öğretmenlere, sınıf ortamında öğrencilerin anne-babasının mesleğini sormamaları gerektiğini önerirdim. Çünkü anne veya babasından en az birini kaybetmiş bir çocuğun yalnızlığını, anne babası hayatta olan bir sınıf dolusu çocuk anlayamaz. Ve maalesef ki, çocuk yaşlarda anne babası vefat eden bir çocuğa, diğer çocuklar sanki cüzzamlıymış gibi bakarlar. Bir çocuğa yalnızlığını hatırlatmaya da kimsenin hakkı olamaz, çocuk bunu hiç unutmasa bile.

Bir şairin yalnızlığı, şair olmayan bireyin yalnızlığından iki kat daha hüzünlüdür. Çünkü şair, hem yalnızdır hem de şairdir. Beyninin kıvrımlarından ve kalbinin orta yerinden kanlar akıtarak itiraf ettiği yalnızlığını, bir de şiirlere çevirir. Yalnızlığı yaşamak bile zorken, şiirlere çevirmeye ancak bir şairin gücü yeter.

Şair, yalnızdır.

Bir şairin kitabıyla karşı karşıyayız. Şiir kitabıyla değil ama, şiir gibi bir kitapla. Şair Bülent Parlak’ın ilk şiir kitabı ‘Sevgili Huzursuzluğum’dan sonra, 2012 yılında İzdiham Yayınları etiketiyle yayımlanan bir deneme kitabı, bir yalnızlıklar kitabıyla. “Savana’da yağmuru merak eden gergedanlar gibi beklemek. Her pazar sabahı sokağın başında babama koşacağım anı düşündükçe iflah olmayı bilmeyen tereddütler. Hiç gelmedi. Hiçbir zaman. Hiç gelmeyecek!

Bir gün anladım ki; ne gidenin geldiğine şahit olan bir kimse var, ne de kalanların özlemini gidereceği bir pazar.
Benim aynadaki karşılıksız yüzüm, işte bu gerçeği anladığı gün bir daha hiç iflah olmadı. Yalnızlığın İcadı’ydı 1984.”

Kitabı okumayanlar ‘nedir bu 1984?’ diye düşünebilirler. Okumadan önce ben de böyle düşünüyordum. 1984, Bülent Parlak’ın şair olduğu yıl. Henüz 5-6 yaşlarında babasını kaybeden şairin, ilk zamanlarda hiçbir şey anlamasa da sonrasında, babasının gelmeyeceğini anladığı yıl. Bir insan ne zaman büyür sorusuna çoğu zaman ‘babası öldüğünde’ cevabı verildiğini duymuşuzdur. Bülent Parlak’ın önce şair olduğu, sonrasında büyüdüğü yıl 1984. Özel bir yıl onun için. Yılın önemi, kitabın ismi, zaten ilk denemede ya da anı-denemede karşımıza çıkıyor. Bu ilk denemeyle birlikte nasıl bir yalnızlığın içine düştüğümüzü görüyoruz.

“Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.”

diyen Edip Cansever gibi, şair Bülent Parlak da çekingenlikle dolaşıyor bu kitapta. Bazı kitaplar okurun kalbine acı duygusu verir, bazıları öfke. Bu kitabın bize verdiği duygu hüzün. 1984 yılından sonra aklında yer etmiş yalnızlıklarla ilgili bazen otobiyografik bir şekilde, bazen salt bir deneme olarak bazen de bir mektup şeklinde yazmış şair. 93 sayfaya sığdırılmış bu kitap, Kaddafi’ye mektup da içeriyor, kızına mektup da.

Başta dediğim şiir gibi kitap benzetmesini öylesine yapmadım. Birçok şiir kitabından daha şiir gibi. Anlatımda bolca imge kullanımı, okurken duyumsadığımız şiir kokusu ve elbette ki konunun yalnızlıkla bağlanmış olması bize bunu hissettiriyor.

“İnsanoğlu, ankesörlü telefonlardan iPhone’a geçiş yapmasına rağmen, sığınacağımız tek köşe kalmıştı: Arkadaşımız çocukluk!” diyen şair, insanlar arasında hiç ayrım yapılmaması gereken en önemli yer olan okulda bile nasıl bir muameleye maruz kalındığını, yaz tatilleri çalıştığı işten sonra okula döndüğünde, öğretmenin ‘tatil anıları’ resmi yaptırması üzerinden başarılı bir şekilde göstermiş: “Yedinci, sekizinci ve dokuzuncu yaşlarımda yaz tatillerim bu şekilde geçti. Çıraklık yaptığım süre içinde güz her yaklaştığında iflas eden bir ustam oldu. Öğretmenimiz ‘tatil anılarınızı resmedin’ dediğinde, koca kafalı ve çirkin çizdiğim adamlar, sınıf panosuna bir kez olsun asılmadı. Şimdi anlıyorum; börtü böceğin içinde koca kafalıların uygunsuz kaçacağını ve okul müdürlerine hesap verilirken sorun çıkarmayan öğrencilerden oluşacak sınıfların önemini.”

Şair, yaşadığı hayattaki yalnızlıkları, hüznü ve sessizliği satırlarına bazen ironi, bazen tebessüm ettiren bir mizah, bazen de içten gelen bir çığlıkla yansıtmış. Sadece insansızlık değil, insanlar içinde yalnız hisseden ne kadar kişi varsa bu kitap onların kitabı. Popüler kültürün deyimiyle, bir kaybedenin hikayesi değil bu kitap. Çocukken yakaladığı yalnızlığına sımsıkı sarılan ama aynı anda hayatın içinde, başkalarıyla etkileşim halinde olunan bir yalnızlık. Kabuğuna çekilmeden, fakat anlaşılmaktan uzak yalnızlık: “Kötülerin kuyruğuna teneke bağlayacak kediler eğitebilirdim. Gelenin kim olduğunu merak etmeyen bir kavim oluşturmak ise tarihe hediye edeceğim insanlık için büyük ama benim için sıradan projelerden biriydi. Niye mi merak etmemeliler? Merak duygusu bana her zaman yapay gelmiştir. İnsanlar genellikle başkalarını dinlemezler, asıl dinledikleri o an gidermeye çalıştıkları meraklarıdır.”

Mesleği öğretmen olan, fakat başka işlerde de çalışan şairin modern dünyadaki iş tanımıyla da bir problemi var. Bu problem, bu dünyaya alışamayan herkese ait aslında. Zarifoğlu diyor ya “Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur” diye, burada da acımasız patronların, bankaların ama en önemlisi sahte insanların altında kalanların hayata tutunmaya çalışıp bir yerden sonra –oradan tedirgin olup- başka yere gitmesi, karşılaştığımız bir durum. Para için insanları sömüren, dahası insanların sömürülmeye dünden razı oldukları bir sistemin içinde yaşadığı çarpık duygularla yalnızlığı ve hüznü yaşamak, olduğundan daha fazla acı verir insana.

Bülent Parlak da hissetmiş olacak ki, bu psikolojisi satırlarına “Mutemedimiz, kendine dahi demeden önce müdüre ‘günaydın’ derdi. Bir çocuk gibi yürümeyi, aksanlı konuşmayı, yemek yerken gömleğe nasıl çorba döküldüğünü bile müdüründen öğrenen kişi elbette imtihana tabi tutulamazdı. O gazetede en çok şunu öğrendim:

Kendini iktidara koşulsuz teslim edenler asılmasalar bile itibarları her gün çarmıha gerilir.” ve “Gazetenin çaycısına selam vermekten imtina edenlerin, telefonda konuştukları insanlar karşısında döktükleri sütün ağırlığını hesaplamaktan zihnim bulanırdı.” şeklinde yansıyor.

Bence her şair, bir ‘yalnızlık’ kitabı yazmalı. Çünkü bu duyguyu şairlerden daha iyi kimse anlatamaz. Yirmi beş denemeden oluşan bir kitap bu. Üçer-dörder sayfalık, bir hikayesi olan yazılarıyla okurda derin bir hüzün duygusunu çağrıştırıyor. Bazen bir dize, insanda sayfalarca anlatılacak duygudan daha çok şey çağrıştırabilir deniyor ya, bazen de tam tersi, o duyguları satırlarda okumak gerekiyor. ‘Yalnızlığın İcadı’nda olduğu gibi. Fakat yalnızlık bitmiyor. Dünya yerinde durduğu sürece, özellikle bu toprakların insanında hep var olacak.

Mahmet Akif Öztürk

İZDİHAM