16 Şubat 2017

Mehmet Akif Öztürk, Ah Mercimeğim Kitabını Değerlendirdi

ile izdiham

SERT BOZKIRIN KALBİNDEN İNSANI ANLATAN HİKAYELER

“Çok yazan değil, güzel yazan yaşar.”

Cenap Şahabettin

“İnsan yazmayı değil, görmeyi öğrenmeli. Yazmak bir sonuçtur.”

S. Exupery

 

Bazı yazarlar vardır, yazdıklarıyla topluma ayna olurlar. Toplumların kalbine ışık tutup, insanların kalbinden geçenleri kağıtlarına yansıtırlar. O yazarları okuyunca biz, yazarın hangi milletten olduğunu, hangi toplumun bir üyesi olduğunu kestirebiliriz. Kendi toplumunun, şehrinin, mahallesinin yaşayışını, acılarını, sevinçlerini, yoksulluğunu kalemlerine kendi tarzlarıyla öyle bir yansıtırlar ki, biz hikayeyi kimin yazdığına bakmasak bile o yazarların hangi toplumdan olduklarını anlayabiliriz. Kemal Tahir bunlardan biri örneğin. Onun romanlarını, hiç bilmeyen birine okutsak bu toprakların bir vatandaşı olduğunu anlayabilir. Mustafa Kutlu da o yazarlardan biri. Şu anda kitabını değerlendirmeye çalışacağım Mustafa Çiftci de.

Yozgatlı bir hikayeci Mustafa Çiftci. Sosyal medyada her ne kadar Yozgat’la ilgili zaman zaman hoş olmayan espriler yapılmaya çalışılsa da hiç kimse, Yozgat’ın iyi öykücüler ve romancılar çıkardığını hesaba katmıyor: Mustafa Çiftci, Aykut Ertuğrul, Samet Doğan, herkesin  büyük bir zevkle romanlarını okuduğu İhsan Oktay Anar vb. Fakat bunlar arasında, halen yaşadığı toprakların kimyasını, insanlarını, dertlerini, tasalarını hikayelere en çok yansıtanın ise Mustafa Çiftci olduğunu düşünüyorum. Diğer kitapları gibi ‘Ah Mercimeğim’ de tam bir İç Anadolu kitabı olmuş diyebilirim. İç Anadolu da değil, Yozgat kitabı hatta. Öncelikle kitabın fiziksel özelliklerini değerlendirip sonra içeriğine geçmek istiyorum:

‘Ah Mercimeğim’, 2017 yılının taze kitaplarından biri. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap 107 sayfadan oluşuyor. Bu haliyle Çiftci’nin kitapları arasında en az sayfaya sahip olanı. Özellikle ‘Bozkırda Altmışaltı’dan sonra ben, en azından onun kalınlığında bir kitap bekliyordum. Bu kadar ince bir kitap görünce şaşırdım diyebilirim. Kapak hakkında da birkaç cümle etmek istiyorum: Yazarın İletişim Yayınları’ndan çıkan daha önceki kitaplarına baktığımızda, ilk kitabı olan ‘Adem’in Kekliği ve Chopin’in kapağıyla, bu kitabın kapağının benzer özellikler gösterdiğini düşünüyorum. Farklı resimler olsa da bu iki kitabın kapağının benzer anlayış ve tarzda olduğunu söyleyebilirim. ‘Bozkırda Altmışaltı’ya baktığımızda ise kitap kapağındaki fotoğraf bir Anadolu şehrini, ilçesini ve insanını okura hissettiren bir havaya sahip. Yazarın hikayelerinin konusuyla bir bağ kuracak olursam, yine ‘Bozkırda Altmışaltı’ tarzı bir kapak kitaba daha uygun olurdu diye düşündüm. Arka kapakta ise İletişim Yayınları’nın genelde yaptığı, kısa bir açıklama ve kitaptan kısa bir pasaj görüyoruz. En iyi arka kapak şeklinin bu türler olduğunu düşünüyorum. Okura fazla açıklama yapmadan, kitabı okumaya teşvik edici bir pasaj her zaman uzun açıklamalardan iyidir.

‘Ah Mercimeğim’ toplam 6 öyküden oluşuyor. Mustafa Çiftci’nin kitapları arasında en az öykü sayısına sahip kitap. Yazarın, ‘Adem’in Kekliği ve Chopin’den sonraki kitaplarında öykü sayısının hep azaldığını görüyoruz. Ben bunu Çiftci’nin daha az sayıda ama daha nitelikli öykü yazmaya çalışmasına bağlıyorum. Gerçekten de yazarın en iyi ve en başarılı öykülerinin uzun olanları olduğunu düşünüyorum.

İlk kitabını babasına, ikincisini annesine ithaf eden yazar, bunu da kardeşine ithaf etmiş. Zaten yazarın öykülerine baktığımızda aile kavramının ne kadar önemli olduğunu zorlanmadan anlayabiliyoruz. Bu kitapta da aile kavramı olumlu veya olumsuz bütün hikayelerde kendini gösteriyor.

Mustafa Çiftci, hikayelerinde genelde 1.tekil şahıs bakış açısını kullanıyor. Ergen bir çocuğun ağzından anlattığı, kitaba da adını veren ilk hikaye olan ‘Ah Mercimeğim’de, 15-16 yaşlarındaki bir erkeğin gözünden yaşamı algılayışını, aşk kavramını, sadakati, bazen öfkeyi çok başarılı bir şekilde okura sunuyor. Sadece ergenlik çağındaki bireylerin dilinden veya bakış açısından değil; bazen daha küçük yaşlardaki bir çocuğun bakışından anlatıyor hikayelerini, bazen genç bir üniversite öğrencisi kızın, bazen bir babanın ağzından. Bu kadar geniş yelpazede bir bakış açısı sunmasını, yazarın yaşadığı çevreyi, ama en çok da bölge insanlarını gözlemlemedeki yeteneğine bağlıyorum. İnsanların karakteristik özelliklerini uzun uzun tasvirler halinde değil de, iç monologlar, davranış tarzları ve diyaloglar halinde okura göstermesi kişiyi, gözümüzün önünde daha kolay cisimleştirip çevremizdeki birileriyle bağdaştırmamıza çok yardımcı oluyor.

Üslup ve dil konusunda üç kitap  birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturuyor. Yazar, bu kitabında genelde öyküleyici ve betimleyici anlatım tarzını kullanmış. Çiftci’nin diğer kitaplarını da okuyanlar yazarın dili kullanım tarzının aynı olduğunu hemen göreceklerdir. Yerel deyişler, sözler, bazen hafif de olsa argo kullanımı yazarda her zaman mevcut. Özellikle yerel deyişleri, yerel kelimeleri kullanmasını ben çok yerinde buluyorum. Yozgat’ın bir ilçesindeki hayatı anlatırken İstanbul Türkçesi kullanması, hikayelere kurgu açısından olumsuz bir etki katmasa da inandırıcılık açısından negatif bir etki katardı. Ağızda kekremsi bir tat bırakırdı. O yüzden deyişlerin kitabın akışına göre tam yerli yerinde kullanılması, kitabın önemli özelliklerinden olmuş. Kitabı okurken, sanki birinin bize o hikayeleri anlatıyormuş gibi hissediyor oluşumuz ise hikayelerin sözlü gelenek içindeki yerini bize hatırlatıyor. Kitaptaki öykülerin bazılarının konusu çok bilindik şeyler; ancak yazar kendine has üslubuyla bunları anlatınca sanki ilk defa böyle bir hikaye duyuyormuş gibi hissediyoruz.

‘Ah Mercimeğim’de yazar, günümüzü anlatmıyor. Tam tarih vermese de, bazen Özal’ın adının geçmesinden, bazen öğrencilerin siyah önlük kullanmasından bazen de başka türlü tasvirlerden zamanın 80li veya 90lı yıllar olduğunu anlıyoruz. O zamanları yaşayanların, bu kitabı da okuyunca eskiye olan nostalji duygularının artacağını düşünüyorum. Özellikle o kişilerin damağında bir film tadı bırakacaktır bu kitap.

Mustafa Çiftci’nin tarzının Mustafa Kutlu’ya yakın olduğu, bazen de çok benzediği söylenir. Ben buna katılmıyorum. Zaman zaman öykülerin dili konusunda bir yakınlık sezilse de bu, iki yazarı birbirine benzetmek açısından yeterli bir şey değil. Ben özellikle bu kitabında yazarın anlatım tarzını, cümle kurma yapısını zaman zaman Kemal Tahir’in tarzına benzettim. Özellikle dördüncü hikaye olan ‘Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde’ hikayesinin bazı cümlelerinde bu benzerliği çok net şekilde gördüm diyebilirim. Bu olumsuz bir şey değil bence. Esinlenmek de değil, etkilenmektir olsa olsa. Daha genç yazarlar, kendilerinden büyük yazarlardan etkilenebilirler. Çiftci, bu etkilenmeyle özgünlüğünü bozmuyor. Önemli olan da bu diye düşünüyorum.

Üç kitapta dikkatimi çeken bir şey var: Yazarın hikayelerinde ‘baba’ figürü çok önemli bir yer tutuyor. Anneye veya kardeşe göre baba, hikayelerde her zaman öne çıkıyor ve fark ediliyor. Üstelik bunu yazar, ‘baba’ karakterine her zaman baskın bir rol vererek yapmıyor. Bazı hikayelerinde hayırsız, işe yaramaz, girdiği işleri mahveden, evine bakmayan baba karakterleri de oluyor ama anlatış şekliyle yazar, ‘baba’nın önemine her zaman değiniyor. Babasına sarılamayan çocukların, babasından yaşadığı hayat boyunca güzel bir söz duyamayan, babasının bir kez bile başlarını okşamadığı çocukların duygularını ve psikolojisini bazı satırlarda başarılı bir şekilde, okurun gözüne sokmadan hissettiriyor: “…Babam çok şey söylemedi. ‘Beni devlet kapısına gönderme, dedi’ ve sustu. Anam, ‘E kim gidecek de nüfus kağıdı çıkaracak? İkisine de lazım bu nüfus kağıdı,’ deyince ben nasıl heyecanlanmışsam, yataktan sıçrayıp kalktım. ‘Ben yaparım’ dedim. ‘Vallaha baba ben yaparım. Sen sadece gider parmak basarsın ya da imza atarsın, kolay yani.’ Karanlıkta yüzlerini tam seçemiyordum ama ikisi de yatakta oturur hale geldiler. Ben cevap vermelerini beklemeden babama sarıldım. Karanlık yerde babaya sarılmak kolaydı. Oda ışıklı olsa cesaret edip yüzüne bakamazdım ama karanlık, elimden tuttu. Babama sarılmış halde ‘He’, demesini bekliyordum. Babam kocaman eliyle başımı okşadı. Hışır hışır etti elleri. Bazılarını bu okşamanın hışırtısı kuru gürültü gelebilir ama babam beni ilk defa o akşam okşadı. Yani o nasırlı, yaralı ellerinin saçımdaki hışırtısı benim için en güzel sesti. Ve ‘He’ dedi. ‘Ben hiçbir işe karışmam. Sadece gelir parmak basarım. Ya da imza derlerse, neyse gari…’ dedi. Ben babama bir daha sarıldım. ‘Sağ ol baba’ dedim. O an gözümden akan yaşı görürler diye korktum. ‘Sen de sağ ol aslanım’ dedi.”

Yazar, hikayelerinde taşradaki hayatı, dışarıdan sıkıcı görünen o sakinliği ve orada yaşayanların duygularını net biçimde anlatıyor. İnsanların taşradan şehre göç etme isteğine, köyden kente göçün getirdiği olumsuz sonuçlar açısından da yaklaşan yazar, insanlardaki manasız lüks yaşam isteğini ve bu isteğin yok ettiği değerleri başarılı bir şekilde vurguluyor. Anlattığı bazı hikayeler mutlu sonla bitmese bile okurun yüzündeki tebessüm her zaman varlığını koruyor. Karakterlerin, kadere karşı tam teslimiyetçi olup isyan etmemesi, tevekkül duygusu, hikayelerde her zaman mevcut. Yazar bu açıdan hikayelerine kişiliğini de yansıtıyor.

Bir tane de eleştirimi söyleyip yazıyı sonlandıracağım. 107 sayfalık incecik bir kitap ‘Ah Mercimeğim’. Fakat bazı hikayelerde, hikayenin girişinin ve sonucunun başarılı bir şekilde oluşturulup, gelişme bölümünün çabucak geçildiğini fark ettim. Çiftci, direkt hikayeyi bitirmek istemiş sanki. Halbuki uzun hikayelerinde yazarın başarısı gözle görülür derecede fark ediliyor. Bu kitap da; hikayeler aynı sayıda olup, hikayelerin içeriği biraz daha genişletilseydi daha başarılı olurdu. Bunu ‘Bozkırda Altmışaltı’da gördük. Yazar hikayelerini ne kadar genişletirse o kadar çok güzel hikayeler meydana getiriyor.

2016 Necip Fazıl Ödülleri’nde ‘ilk eser’ dalında ödül alan bir isim Mustafa Çiftci. Anlatmaya devam ettiği sürece de daha birçok ödül alacağını düşünüyorum.

 

 

 

 

 

Mehmet Akif Öztürk

İZDİHAM