2 Mayıs 2020

Marx Niçin Arapça Öğrenmekten Vazgeçti?

ile izdiham

Sağ” ve “düşünce” sözcüklerini -sizler de benim gibi- bir arada tasavvur etmekte zorlanıyor musunuz bilemem ama, sağcıların, kendi geçmişlerini kavramak, kendi kavrayışlarının tarihî izlerini takip etmek konusunda ne denli tembel ve isteksiz davrandıklarını gözlemlemenin hiç de zor olmadığını sanıyorum.

“Bu isteksizliği garipseyecek ne var?” denilebilir; zira Sağcılık memleketimizde en nihayet bir bilme veya düşünme biçimi değildir; bilakis hamasettir, edebiyattır; bir zamanların deyişiyle: “vatan-millet-sakarya”dır. Kavramları yoktur, mavraları vardır. Sağcılık millî duygulara hitab etme, bu duyguları harekete geçirme tarzıdır. Geçmişi, geçmişin değerlerini alır, kullanır. Millî hassasiyetleri, sosyal refleksleri canlı tutmaktır asıl işi. Düşünce alanındaysa, söylediklerinden çok, reddettikleriyle kendini belli eder.

Peki ya Sol?

Bidayetinden itibaren “teorik-pratik” kavram çiftini Türkiye’nin gündemine taşıyan fikrî/siyasî bir geleneğin iyi-kötü bir teoriye dayandığı/dayanmaya çalıştığı inkâr olunamaz sanırım. Seviyesi ne kadar tartışılırsa tartışılsın, Sol’un sanat ve düşünce alanında -en azından çevirilerden beslenmek suretiyle- olup bitenleri bir tanımlama, bir açıklama eğilimi hep varolagelmiştir. İşbu tanımların, açıklamaların akibeti n’olmuştur acaba?

Önemli mi? Olsa olsa, atılmıştır, terkedilmiştir, değiştirilmiştir, geliştirilmiştir, dönüştürülmüştür, vs.

O halde Sol’da revizyonizm’den sözedilebilir, Sağ’da ise edilemez. Sağcılığın revize edilecek bir aslı hiç olmamıştır çünkü. Duygular değil, düşünceler revize edilir de ondan olmamıştır.

Peki madem öyle, Türkiye’de Sol’un ‘teorik’ denebilecek bir geleneğe sahiplendiğinden sözedilebilir mi?

Hayır. Türkiye’de Sol da, tıpkı Sağ gibi, geçmişinden bî-haberdir. Geçmişine ilgisizdir, geçmişiyle ilgi kurmakta isteksizdir; sözü dolandırmadan açık ve net bir biçimde söyleyelim: Sol, kendi geçmişini kavrama konusunda cidden yetersizdir.

Peki memleketimizde bu işler niçin böyle oluyor?

Böyle oluyor, çünkü bu ülkede Sağ’ı da, Sol’u da vareden koşullar, ülkenin kendi toprağından, kendi suyundan, kendi havasından beslenmiyor. Lütfen her ikisinin de hademelerine değil, hâmilerine bakın.

Bir düşünün bakalım, bu topraklarda Sol’un hâmisi kim, Sağ’ınki kim?

Kulaklarınızı biraz dikkatle açarsanız, bazılarının hınzır hınzır gülümsediğini ve “Üzümünü yeyin, bağını sormayın!” dediklerini duymakta zorlanmazsınız. Yani evrensellik filan…

Hayır, biz önce önümüzdeki üzüm salkımlarının nereden geldiklerini, bu üzümlerin hangi bağın üzümü olduklarını bilmek zorundayız; rengi gözümüzü alsa da, tadı damağımızda kalsa da yediğimiz üzümün bağını merak etmek zorundayız.

Ramazan sofrasında yer alan cola’nın markasından rahatsız olacaklarına, sofradaki haminnenin başındaki yazmadan gözleri kamaşanlara ‘şerbet’ten sözetmenin ne âlemi var?

Flütlerinden ney sesi çıkaranlar ile neyleriyle senfoni icrâsına katılanlar arasında fark mı bulmaya çalışıyorsunuz, hiç boşuna yorulmayınız, ‘sentez’ veya ‘ittifak’ kelimelerinden yararlanınız, bu sözcükler her türlü ihtilâfı ortadan kaldıran bir joker görevi görür bizim ülkemizde.

Karl Marx, Engels’e yazdığı 6 Haziran 1853 tarihli mektubunda şöyle diyor:

“Birkaç hafta Şark işleriyle uğraşmaya mecbur olunca, Farsça’yı öğrenmek için bu fırsattan istifade ettim. Arapça’dan çekiniyorum. Bu, evvelâ Samî dillere karşı duyduğum fıtrî nefretten, sonra uzun bir zaman kaybetmeden 4000 huruf-ı asliye’yi ihtiva eden ve iki-üçbin yılı kucaklayan bir lisanı öğrenmeye imkân olmayışındandır. Buna mukabil Farsça öğrenmek çocuk işidir. Hep birbirine benzer 6 harfi bulunan ve sadâlı harften mahrum olan netameli Arap alfabesiyle yazılmasaydı, bütün Fars gramerini 48 saatte öğrenebilecektim. Nihayet üç hafta çalıştım.”

Hazret biraz abartmış, ne çıkar! En nihayet, Arapça ve Farsça, “Şark işleriyle uğraşmaya başlayan” Marx’ın gündemine giriyor da nedense bizimkilerin hiç umurunda olmuyor; sağcılarımızın da umurunda olmuyor, solcularımızın da. (Sanki İslâmcılarımızın umurunda mı?)

Bu mektubun Türkçesine dikkat ettinizse: biraz eskice, üstelik hatalı da… 1948’de bir kitapçık içinde yayımlanmış; hem de Marx’ın üç mektubu arasında… Üzerinde müterciminin (gerçek) imzası bulunmuyor.

Fakat bendeniz, size bazı ipuçları verebilirim: Risale’nin müellifi Sol’un, mektupların mütercimi ise hem Sağ’ın, hem Sol’un ihmal ettiği önemli birer fikir adamı.

Dücane Cündioğlu, 2006, Yeni Şafak’taki köşesinden

İZDİHAM