27 Şubat 2016

Marcel Proust, Swannların Tarafı

ile izdihamdergi

Gerçek bir insan, kendisiyle ne kadar derin bir yakınlık kursak da, büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, yani saydam değildir, duyarlılığımıza, taşıyamayacağı bir yük bindirir.

Başına bir felaket geldiğinde, ona ilişkin kafamızda taşıdığımız bütünsel kavramın ancak küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabiliriz; dahası, o da kendine ilişkin bütünsel kavramının ancak bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu, ruhun nüfuz edemediği bölümlerin yerine, eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümleyebileceği unsur koymaktı, bu noktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların eylemlerinin, duygularının, biz onları kendimize mal ettiğimize artık bizim içimizde, oluştuklarına, kitabın sayfalarını coşkuyla çevirirken nefes alıp verişimizi, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görünmesinin ne önemi vardır?

Romancı bizi bir kez bu duruma soktuktan sonra, yani bütün duyguların, tamamen içsel durumlardaki gibi on kat arttığı, kitabının, bizi bir rüya misali, ama uyurken gördüklerimizden daha açık seçik, hatırası daha uzun sürecek bir rüya misali allak bullak edeceği bir duruma soktuktan sonra, bir saat boyunca, gerçek hayatta sadece birkaçının yaşanması bile yıllar sürecek ve en yoğun olanları, meydana gelişlerindeki yavaşlıktan ötürü algılanamayacak, dolayısıyla da asla görünürlük kazanamayacak, olası bütün mutlulukları ve talihsizlikleri peş peşe yaşatır bize (kalbimiz de hayatta böyle değişimler geçirir ve ıstırapların en büyüğü budur; ne var ki biz bunu sadece kitap okurken, hayalden biliriz; gerçek hayatta kalbimizin geçirdiği değişimler, tıpkı bazı tabiat olayları gibi, o kadar yavaş gerçekleşir ki, kalbimizin içinde bulunduğu farklı durumların her birini saptar, buna karşılık, değişim duygusunu yaşayamayız).

Roman kahramanlarının hayatının ardından, romanın, bedenimle o kadar bütünleşmeyen, yarı yarıya önümde uzanan dekoru gelirdi; olayların geçtiği yerlerin görünümü, başımı kitaptan kaldırdığımda gözlerimin önünde bulduğum manzaradan çok daha fazla etkilerdi düşüncelerimi. İşte bu yüzden, iki yaz mevsimi boyunca, Combray’deki bahçenin kızgın sıcağında, o sırada okuduğum kitap yüzünden, bıçkıhanelerle dolu, duru suların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının çürüdüğü, biraz ileride, alçak duvarlar boyunca salkım salkım mor ve kırmızı çiçeklerin uzandığı, ırmaklarla sulanan, tepelik bir ülkenin özlemiyle dolup taştım.

Beni seven bir kadının hayali zihnimde hep var olduğu için de, o iki yaz boyunca, bu hayale akarsuların serinliği damgasını vurdu; hayalimde canlanan kadın kim olursa olsun, mor ve kırmızı çiçek salkımları, tamamlayıcı renkler gibi hemen iki yanından fışkırırdı.

Bunun tek nedeni, hayalini kurduğumuz bir görüntünün, tahayyülümüzde onu tesadüfen çevreleyen yabancı renklerin yansımaları tarafından ebediyen damgalanması, süslenmesi, sonsuza dek bu renklerden yararlanması değildi; çünkü okuduğum kitaplardaki manzaralar, Combray’nin gözlerimin önüne serdiği manzaralardan daha canlı olmakla kalmayıp, bir yandan da Combray görüntülerine bir benzerlik arz ederlerdi. Bu manzaralar, yazarın tercihi olduklarından ve ben yazarın sözlerine, her biri birer vahiymişçesine, peşinen inandığımdan, Tabiat’ın, derinlemesine incelenmeye değer, gerçek parçasıydılar benim nazarımda – oysa içinde bulunduğum manzara, özellikle de bahçemiz, büyükannemin küçümsediği bahçıvanın kuralcı hayal gücünün cazibesiz ürünü olan bahçemiz, katiyen bu izlenimi uyandırmazdı bende.

Bir kitabı okuduğum sırada, annemle babam, kitapta tasvir edilen yerleri gidip görmeme izin verseler, gerçeğin keşfinde çok önemli bir adım atmış olacağımı zannederdim. Çünkü kendimizi daima ruhumuz tarafından kuşatılmış gibi hissetsek de, bizi çevreleyen bu ruh, sabit bir hapishane değildir; daha ziyade, ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak, onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, etrafımızda hep, dışarıdan bir yankı değil de, içimizdeki bir titreşimin çınlaması olan ve hiç değişmeyen bir tını işitir gibiyizdir.

Nesnelerde, ruhumuzun onlara aksettirdiği, kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğal ortamlarında, nesneleri, zihnimizde birtakım fikirlerle yan yana bulunmalarına borçlu oldukları büyüden yoksun bulunca, hayal kırıklığına uğrarız; bazen bu ruhun bütün gücünü, dışımızda olduklarını, kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça sezdiğimiz insanları etkilemek üzere, beceri ve ihtişama dönüştürürüz. İşte bu yüzden, sevdiğim kadını daima, o sıralarda görmeyi en çok arzuladığım yerlerle çevrelenmiş olarak hayal etmemin, bu yerleri bana onu gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını bana onun açmasını istememin sebebi, basit ve tesadüfi bir zihinsel çağrışım değildi; yolculuk ve aşk hayallerim, tek bir kuvvet halinde fışkıran ve yönü değişmeyen yaşama gücümün –bugün, sedefli ve görünürde kıpırtısız bir fıskiyeden, değişik yüksekliklerde kesitler alır gibi, yapay olarak ayırdığım– farklı anlarından başka bir şey değillerdir aslında.

Son olarak da, bilincimde aynı anda yan yana bulunan durumları içeriden dışarıya, onları sarmalayan gerçek ufka doğru izlemeye devam ederek, bir başka türden hazlar buluyorum: rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu solumanın, ziyaretçiler tarafından rahatsız edilmemenin ve Saint-Hilaire’in çanı çaldığında, öğleden sonranın tükenmiş olan saatlerinin tek tek geçişini fark etmenin, son çan sesiyle birlikte saatlerin toplamını hesaplayıp ardından gelen uzun sessizlikle, mavi gökyüzünde koca bir bölgenin açılışını, Françoise’ın hazırlamakta olduğu, kitabın kahramanıyla beraber yaşadığım yorgunlukları giderecek olan leziz akşam yemeğine kadar okumayı sürdürmemi sağlayacak olan bölgenin açılışını görmenin hazzı.

Her saat başında, sanki bir önceki saati haber veren çan çalalı henüz birkaç dakika geçmiş gibi gelirdi bana; son çalan saat, gökyüzünde bir önceki saati haber veren çandan iki kez fazla çalardı; yani arada benim işitmediğim bir saat daha çalmış, cereyan eden bir olay, benim için cereyan etmemiş olurdu; derin bir uyku gibi sihirli olan okuma zevki, halüsinasyonlar içindeki kulaklarımı kandırır, sessizliğin gök mavisi yüzeyinden yaldızlı çan sesini silerdi. Combray’deki bahçede, kestane ağacının altında geçen, kendi hayatımın sıradan olaylarını özenle ayıklayıp yerine pınarların suladığı bir diyarın ortasında, garip maceralar ve özlemlerle dolu bir hayatı koyduğum o güzel Pazar öğle sonraları, hâlâ sizi düşündüğümde bana o hayatı hatırlatırsınız, hattâ bu hayatı –ben okumaya devam eder, gündüzün sıcaklığı giderek azalırken– sessiz, titreşimli, güzel kokulu, berrak saatlerinizin birbirini izleyen, ağır ağır değişen, yaprakların süslediği billuruyla yavaş yavaş kuşatıp sardığınız için, içinizde barındırırsınız.

Bazı günler, öğle sonrasının ortasında, bahçıvanın kızı, deli gibi koşarak, yoluna çıkan bir portalah fidanını devirir, parmağını keser, dişini kırar, Françoise’la ben koşup bakalım, gösteriyi kaçırmayalım diye, “Geldiler, geldiler!” diye bağırarak okumamı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin, garnizon manevraları sebebiyle Combray’yi baştan başa katettiği ve genellikle de Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçtiği günlerdi. Hizmetkârlarımız parmaklığın önünde sıraya dizilmiş iskemlelerde oturup, Pazar gezmesine çıkmış Combray ahalisini seyreder ve kendilerini onlara gösterirken, bahçıvanın kızı, La Gare Caddesi’nde, ta uzakta görünen iki evin arasındaki açıklıktan, miğferlerin parıltısını fark ederdi. Hizmetkârlar aceleyle iskemleleri içeri alırlardı, çünkü zırhlı süvariler Sainte-Hildegared Sokağı’ndan geçerken bütün sokağı doldurur, dörtnala ilerleyen atlar, yatağına sığamayan, azgın bir akarsuyun yamaçlarına taşması gibi, kaldırımları kaplayıp neredeyse evlere sürtünürlerdi.

“Zavallı yavrucaklar,” derdi, parmaklığın önüne yeni geldiği halde gözyaşlarına boğulmuş olan Françoise; “bu zavallı gençleri bir çayır gibi biçecekler; düşündükçe içim sızlıyor,” diye eklerdi, elini sızlayan yüreğine bastırarak.

“Gençlerin hayatı önemsemediklerin görmek ne güzel değil mi Madame Françoise?” derdi bahçıvan, Françoise’ı “kızıştırmak için”.

Sözleri boşa gitmezdi:

“Hayatı önemsemedikleri mi? Peki hayatı önemsemeyeceksek, neyi önemseyeceğiz? Hayat yüce Tanrının asla iki kere bağışlamadığı tek nimettir. Heyhat! Ulu Tanrım! Ama doğru, önem vermiyorlar! Ben 70’te gördüm onları; bu lanet olası savaşlarda ölümden korkuları kalmıyor ki; tam manasıyla birer deli olup çıkıyorlar; ciğeri beş para etmez serserilere dönüyorlar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar.” (Françoise’ın nazarında, bir insanı, s harfinin üstüne basa basa telaffuz ettiği aslana benzetmek, katiyen yüceltici bir şey değildi.)

Sainte-Hildegarde Sokağı’nın dönemecine kadarki mesafe çok kısa olduğundan, güneşte parlayarak hızla ilerleyen yeni miğferlerin gelişi, daima La Gare Caddesi’ndeki o iki evin arasından görülürdü. Bahçıvan, daha gelecek çok asker olup olmadığını merak ederdi; kızgın güneş susatırdı kendisini. Bunun üzerine kızı ansızın, kuşatma altındaymışçasına fırlayarak bir çıkış yapar, sokağın köşesine ulaşır ve yüz kere ölüm tehlikesi atlattıktan sonra, bir sürahi meyankökü şerbetiyle birlikte geri döner; Thiberzy ve Méséglise yönünden, aralıksız saflar halinde en az bin kişinin geldiği haberini getirirdi. Birbiriyle barışmış olan Françoise’la bahçıvan, savaş durumunda benimsenecek tutumu tartışırlardı:

“Bakın Françoise,” derdi bahçıvan, “en iyisi devrim, çünkü devrim olduğunda bir tek gönüllüler savaşa katılır.”

“Ya! Tamam, buna aklım yattı, hiç değilse daha dürüstçe.”

Bahçıvan, savaş ilan edildiğinde bütün tren seferlerinin durdurulacağını zannederdi.

“Öyle ya, kimse kaçmasın diye,” derdi Françoise.

Bahçıvan da, “Elbette, ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı, çünkü savaşın, devletin halka oynadığı bir oyun olduğu ve imkân verilse, savaştan kaçmayacak tek bir kişi bulunmayacağı inancından kimse kendisini vazgeçiremezdi.

Sonunda Françoise aceleyle halamın yanında, ben kitabımın başında dönerdik; hizmetkârlar da tekrar kapının önüne yerleşip askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını seyrederlerdi. Ortalık sakinleştikten uzun bir süre sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine dolardı. Ve her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin bile önünde oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar, hattâ efendiler, güçlü bir gelgitin, çekildikten sonra kıyıda bıraktığı, nakışlı tüllere benzer yosunlar ve denizkabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli, düzensiz bir şeritle süslerdi.

Bu günlerin haricinde, çoğunlukla kitabımı rahat rahat okurdum. Ama bir keresinde ziyarete gelen Swann’ın, okumamı bölerek, o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergot’un kitabı hakkında yaptığı yorumlar, uzun süre boyunca, hayalini kurduğum kadınlardan birinin, artık kafamda, çatal çatal uzanan mor çiçeklerle kaplı bir duvarın önünde değil, bambaşka bir dekorda, gotik bir katedralin kapısının önünde canlanması sonucunu doğurdu.

Marcel Proust, Swannların Tarafı
Çeviri: Roza Hakmen
İzdiham