17 Haziran 2018

Lewis Hyde, Armağan

ile izdiham

Sanatçı… Varlığımızın edinilmiş olan yanına değil, bahşedilmiş bir armağan olan –dolayısıyla daha kalıcı olan– yanına hitap eder. J.C.

Komşularım ve ben artık sokağımızın köşesindeki eczaneden piyasa araştırmalarına istinaden geliştirilmiş bir formüle göre kaleme alınmış olan bir dizi romantik roman satın alabiliyoruz. Bir reklam ajansı bir grup kadın okur arasında bir anket çalışması yapmış. Ankete katılanlara sorulan sorulardan biri, kadın kahramanın yaşı. (Buna göre, ideal yaş on dokuz ile yirmi yedi arası.) Ankette, kadın kahramanın karşısına çıkan erkeğin evli mi yoksa bekâr mı olması gerektiği de soruluyor. (Katılımcılar yeni dul erkeği tercih ediyor.) Anket sonuçlarına göre, kadın kahramanla erkek kahraman evlenene kadar aynı yatağa girmemeli. Romanların her biri yüz doksan iki sayfa uzunluğunda. Serinin adı ve kapak tasarımı bile piyasadaki taleplere göre hazırlanıyor. (Silhouette ismi Beladonna, Surrender, Tiffany ve Magnolia isimlerine tercih edilmiş; kapakta ise altın sarısı süslü kıvrımlar kullanılmış.) Her ay altı kitap çıkıyor ve her birinden iki yüz biner adet basılıyor.

Peki, Silhouette Romanslarının kalıcı sanat eserleri olmadığını düşünmemizin nedeni ne? Bir sanat eserinin, piyasada alınıp satılabilir olduğunda dahi, bunun gibi katıksız metalardan ayırt edilmesini sağlayan özelliği nedir?

Bu kitabın varsayımı, sanat eserinin bir meta değil, armağan olduğudur. Ya da modern duruma ilişkin daha kesin bir ifadeyle, sanat eserlerinin biri piyasa, diğeriyse armağan ekonomisi olmak üzere aynı anda iki ekonomiye tabi olduğudur. Ne var ki, bu ekonomilerden sadece biri baskındır: Sanat eseri piyasa olmadan varlığını sürdürebilir, ama armağanın olmadığı yerde sanatın varlığından söz edilemez.

Bu fikirlerin gerisinde “armağan”ın (gift) birkaç farklı anlamı yatmaktadır.(1) Fakat, bu anlamların hepsi, armağanın kendi çabalarımızla elde edemeyeceğimiz bir şey olduğu fikrinde ortaklaşır. Armağanı satın alamayacağımız gibi, iradi bir eylemle de elde edemeyiz. “Yetenek”leri “armağan” olarak nitelememizin nedeni de budur, zira bir yeteneği iradi bir çabayla mükemmelleştirmek mümkün olsa da, dünyada hiçbir çaba bir yeteneği yoktan var edemez. Dört yaşında klavsenle besteler yapan Mozart bu anlamda bir yeteneğe, yani armağana sahiptir.

Keza, sezgi veya esini de haklı olarak armağan/yetenek addederiz. Çalışmakta olan sanatçının yarattıkları kısmen ona bahşedilmiş bir armağandır. Sanatçının aklına bir fikir, nağme, cümle geliverir, tuvaline bir renk düşüverir. Aslında bu nedensiz unsur ortaya çıkmadan sanatçı esere bağlanmaz, eserden keyif almaz, ayrıca kendini eser tarafından coşkuyla çalışmaya sevk edilmiş halde bulmaz. Eser de özgün bir görünüm kazanmaz. Hakiki yaratıcılığın sanatçıya, “eseri yapan ben değilim” dedirten tekinsiz hissi yaşatmasının altında yine aynı unsur yatar. “Ben değil, ben değil, içimde esen rüzgâr,” der D. H. Lawrence. Eser yaratırkenki “armağan” aşamasını her sanatçı D. H. Lawrence kadar vurgulamaz, ama istisnasız hepsi bunu hisseder.

Armağanın bu iki anlamı sadece sanat eserinin yaratılmasına –yani, sanatın içsel yaşamı diyebileceğimiz şeye– göndermede bulunur; ama ben bu anlamları sanatın dışsal yaşamını, sanat eserinin yaratıcısının ellerinden çıktıktan sonraki halini de kapsayacak şekilde genişletmemiz gerektiği kanısındayım. Bizim için önem taşıyan –yüreğimize işleyen, ruhumuzu canlandıran, bize duygusal olarak zevk ya da yaşama cesareti veren, artık bu deneyimi nasıl tanıyorsak bizi öyle etkileyen– sanat eserini tıpkı bir armağan alıyormuş gibi alırız. Müzenin ya da konser salonunun girişinde bir ücret ödemiş olsak dahi, içeride karşımıza çıkan sanat eseri bizi etkilediği zaman hissettiğimiz şeyin fiyatla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir keresinde bir manzara ressamının eserlerini görmeye gittim. Sergiyi gezdikten sonraki akşam çam ağaçlarının arasından eve doğru yürürken, önceki gün görmediğim şekilleri ve renkleri görebiliyordum. Bir sanatçının yeteneklerinin ruhu bazen bizim içimizdekileri de harekete geçirir. Joseph Conrad’ın da dediği gibi, sanat eseri, varlığımızın edinilmiş olan yanına değil, bahşedilmiş bir armağan olan yanına seslenir. Armoni algımızla Mozart’ın kulağına çalınan armonileri duyabiliriz. Kendi yeteneklerimizi sanatçının geliştirdiği kadar geliştirecek kudrete sahip olamasak bile, sanatçının yaratımı aracılığıyla kendi varlığımıza bahşedilenlerin farkına varacak, bir bakıma onları kavrayacak hale geliriz. Kendimizi bahtiyar, hatta özgürleşmiş hissederiz. Yaşamlarımızdaki –blues şarkıcılarının deyişiyle, “şeker karşılığında şeker, tuz karşılığında tuz” mantığıyla gerçekleşen– günlük alışveriş kendi değişmez düzeyinde devam ederken, armağan ruhumuzu canlandırır. Sanat tarafından hislerimiz uyandırıldığında, sanatçıların yaşadığına ve kendi yeteneklerine hizmet etmek için emek harcadıklarına şükrederiz.

Sanat eseri onu yaratanın yeteneğinin yayılmasıysa ve onu alımlayanlar tarafından bir armağan/yetenek olarak kabul ediliyorsa şayet, kendisi de bir armağan sayılmaz mı? Bu soruyu zaten cevabının olumlu olduğunu ima edecek şekilde kurdum, ama bu soruya olumlu cevap verirken çok da şabloncu davranamayacağımızı düşünüyorum. Herhangi bir nesnenin veya ticaret kaleminin ne türden bir mal olduğu, onu kullanma biçimimize bağlı olarak değişir. Bir sanat eseri sanatçının yeteneğinin ruhunu taşıyor olsa dahi, eserin kendisi mutlak surette bir armağan olmayabilir. Armağan, eserden çıkardığımız manada yatar.

Bununla birlikte, herhangi bir şeye muamele ediş biçimimiz de kimi zaman o şeyin tabiatını değiştirir. Sözgelimi, dinler kutsal nesnelerin satışını yasaklar. Bu yasak, satıldığı veya satın alındığı takdirde, bu şeylerin kutsiyetini yitireceği imasını taşır. Öte yandan, sanat eseri farklı muamelelere daha elverişli görünür; pazarda satışa sunulabilir ve buna rağmen sanat eseri niteliğinden bir şey kaybetmeyebilir. Ne var ki, asli sanat alışverişinde, armağanın eser yoluyla sanatçıdan izlerkitleye aktarıldığı doğruysa, yani ben armağanın olmadığı yerde sanatın da olmayacağını söylemekte haklıysam, o halde bir sanat eserini salt bir metaya dönüştürmek yoluyla yıkıma uğratmak mümkündür. Benim iddiam, ne olursa olsun, bu yöndedir. Burada sanatın alınıp satılamaz olduğunu değil, sanat eserinin armağan olma niteliğinin bizim ticaretimize bir sınırlama getirdiğini savunuyorum.

Bu fikirleri işleyiş biçimimi anlatmanın belki de en iyi yolu, kitapta ele aldığım konunun kafamda ilk olarak nasıl belirdiğinden bahsetmek olacak. Şimdiye kadar bir şair, çevirmen ve “kurum dışı bir tür araştırmacı” olarak yoluma devam ettim. Bu durumda, kaçınılmaz biçimde para sorunu gündeme geliyor; benim seçtiğim türden işler para getirmeyen işler addediliyor ve kiranın vadesi geldiğinde ev sahibiniz çevirdiğiniz kitaplarla ilgilenmiyor. Görünüşe bakılırsa, bu durumdan, sanat eserinin bir armağan olduğu yollu önermeye tekabül eden bir sonuç çıkıyor: Sanat için harcanan emekte doğrudan para ödemeye değer bir şey yok. İşin aslı, durum bunun tam tersi. İlerleyen bölümlerde bu meseleyi uzun uzadıya ele aldım, bu yüzden şimdilik bir tek şey söylemekle yetineceğim: Armağan/yeteneğine emek harcamayı seçen her çağdaş sanatçı, piyasa mübadelesinin hüküm sürdüğü bir toplumda yaşamını nasıl idame edeceği sorusuyla er geç karşılaşır. Hem bir armağan/yeteneğin semeresi tam da armağansa, değerleri piyasa değerleri olan ve ticareti neredeyse münhasıran metaların alım satımından ibaret olan bir toplumda sanatçı kendisini maddeten olduğu gibi manen de nasıl besleyecektir?

Her kültür kendi yurttaşlarına varlıklı bir adam ya da kadın olmanın ne demek olduğuna dair bir imge sunar. Kişinin kendi armağanlarının çevreye yayılması yoluyla toplumsal varlığını kazandığı ve “büyük adam” yahut “büyük kadın” olmanın kişinin ne kadar çok şey armağan ettiğine bağlı olduğu dönemler ve yerler vardır. Oysa piyasa toplumunun mitolojisinde resim tersine çevrilir: Varlıklı bir kişi olmanın göstergesi vermekten ziyade almaktır ve bu mitolojinin kahramanı “temkinli” ve “kendi kendini yetiştirmiş” kişidir. Bu varsayımlar hüküm sürdüğü müddetçe, armağana hizmet etmek için emek harcayan ve ürünleri tam olarak meta sınıfına sokulamayan kadın veya erkekler huzursuzluk verici bir önemsizlik, hatta değersizlik duygusundan bizar olacaktır. Servetimizi edinimlerimizle ölçtüğümüz takdirde, yetenekli kişilerin armağan/yetenekleri onları varlıklı yapmaya yetmez.

Buna ilaveten, kitabın ilk bölümlerinde de ortaya koyduğum gibi, verilemeyen bir armağan, armağan olmaktan çıkar. Armağanın ruhu sürekli olarak bahşedilmesi yoluyla canlı tutulur. O halde, şayet canlılıklarını koruyacaklarsa, içsel dünyaya ait armağanları da dışsal dünyaya ait armağanlar olarak kabul etmek gerekir. Armağanların kamusal bir geçerliği olmadığı zaman, dolayısıyla, armağan bir mal sahipliği biçimi olarak kabul edilmediği ya da kıymet görmediği zaman, içsel armağanlarımız da kendilerini besleyen alışverişten dışlanmış olur. Aynı şeyi farklı bir açıdan ifade etmek gerekirse, alışverişin münhasıran bir meta trafiği olduğu yerde, yetenek anlamında armağan sahibi kişiler kendi ruhlarının hayatiyetini temin eden alışverişe katılamazlar.

Bu iki düşünce hattını –bir armağan olarak sanat eseri ile piyasa sorununu– birleştirmem, ancak mal sahipliğinin bir türü olarak armağanları ve bir alışveriş türü olarak armağan mübadelesini ele alan antropoloji eserlerini okumaya başlamamla mümkün oldu. Pek çok kabile topluluğu maddi servetlerinin büyük kısmını armağan olarak dolaşıma sokuyordu. Kabile mensupları arasında yiyecek alım satımı yasaktı örneğin; kabilede güçlü bir “benimki ve seninki” anlayışı olsa dahi, yiyecek mutlaka armağan olarak veriliyor ve bu işlem takas ya da nakit alım etiği doğrultusunda değil, armağan mübadelesi etiği çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Servetlerinin bir kısmına armağan muamelesi yapan kişiler, bekleneceği üzere, başka türlü bir yaşam sürüyordu. Bir kere, bir armağanın verilmesi, bir metanın satışından farklı olarak, taraflar arasında bir ilişki kurar.(2) Dahası, bir topluluk içinde armağanlar dolaşıma girdiğinde, alınıp verilmeleri de birbiriyle bağlantılı bir dizi ilişkiyi beraberinde getirir ve neticede, merkezsizleşmiş bir çeşit kaynaşma ortaya çıkar. İleride de göreceğimiz gibi, armağan alışverişine ilişkin olarak bunun gibi beş veya altı gözlemde bulunmak mümkündür. Antropoloji literatürünü tararken, armağan mübadelesine ilişkin bir tasvirin bana yaratıcı sanatçıların durumunu ele almamı sağlayacak bir dil, bir ifade şekli vaat ettiğini fark ettim. Ayrıca, antropoloji genellikle içsel armağanlara yönelme eğilimde olmadığından, okuma alanımı çok geçmeden armağanlara yer veren bütün halk masallarını kapsayacak şekilde genişlettim. Halk irfanı, armağanın mahiyetine ve işlevine yönelik anlayışı bakımından kabile irfanından belirgin bir farklılık sergilemese de, halk masalları daha içsel bir dille anlatılır: Peri masallarındaki armağanlar, bir düzeyde, somut bir mala göndermede bulunurken, başka bir düzeyde de ruhtaki imgelere tekabül eder ve bu durumda, armağanların hikâyesi bize manevi veya psikolojik bir alışverişin tasvirini sunar. Aslına bakılırsa, gerçek dünyadaki armağan mübadelesine dair pek çok izah sunmama karşın, bunların da birkaç farklı düzeyde okunabileceğini, sözünü ettiğim gerçek alışverişin, yetenekli kişilerin kendi armağan/yeteneklerini icra etmesini, bizim de bunları almamızı sağlayan görünmez alışverişe kanıt oluşturacağını umut ediyorum.

Armağan mübadelesi konusunda yazılmış klasik eser, Marcel Mauss’un 1924’te Fransa’da yayımlanmış olan “Essai sur le don” (Armağan Üzerine Makale) adlı eseridir. Emile Durkheim’ın yeğeni ve bir Sanskrit âlimi, yetenekli bir dilbilimci ve din tarihçisi olan Mauss, çalışmaları sıkı sıkıya felsefe ve tarihe dayanan ilk sosyolog kuşağının üyesidir. Mauss bu makalesinin başında yüzyıl başı etnograflarının (bilhassa da Franz Boas, Bronislaw Malinowski ve Elsdon Best’in) saha çalışması raporlarına yer verir. Ama makalenin ilerleyen kısımlarında gayrimenkullerle ilgili Roma yasaları, bir Hindu destanı, Germenlerin çeyiz âdetleri gibi pek çok konuya değinir. Söz konusu makale bazı kalıcı içgörüler barındırır. Öncelikle, Mauss armağan ekonomilerinin birbiriyle ilişkili üç yükümlülükle öne çıktığını belirtir: verme yükümlülüğü, kabul etme yükümlülüğü ve mukabele etme yükümlülüğü. Mauss ayrıca armağan mübadelesini “topyekûn bir toplumsal fenomen” olarak anlamak gerektiğine dikkat çeker – zira aynı anda ekonomik, hukuki, ahlaki, estetik, dinsel ve mitolojik bir nitelik taşıyan, dolayısıyla tek bir disiplinin bakış açısından hareketle layığıyla izah edilemeyecek olan bir mübadele söz konusudur burada.

Son yarım yüzyılda mübadeleyle ilgili meselelere yönelmiş neredeyse bütün antropologlar Mauss’un bu makalesini kalkış noktası almıştır. Akla Raymond Firth ve Claude Lévi-Strauss gibi sayısız isim geliyor, ama bana göre yakın zamanda yapılan en ilginç çalışma Chicago Üniversitesi’nden iktisat antropolojisi araştırmacısı Marshall Sahlins’e ait. Sahlins, bilhassa da Stone Age Economics (Taş Devri İktisadı, 1972) adlı yapıtının “Armağanın Ruhu” başlıklı harikulade bölümünde, Mauss’un eserinde temel aldığı kaynak malzemenin bir kısmına sağlam bir explication de texte uyguluyor ve Mauss’un fikirlerini siyaset felsefesi tarihinde konumlandırıyor. Bu kitabın olanaklılığını ilk olarak Sahlins’in eserlerini okurken fark ettim, bu yüzden ona teşekkür borçluyum.

Bana öyle geliyor ki, armağan mübadelesi konusundaki temel eserin antropoloji alanından çıkmasının nedeni, armağanların ilkel ya da yerlilere özgü bir mal çeşidi olması değil –zaten böyle değildir de– armağan mübadelesinin daha ziyade küçük topluluklara, küçük köylere, birbirine yakından bağlı cemaatlere, kardeşlik cemiyetlerine ve tabii ki kabilelere has bir ekonomi olmasıdır. Son on yılda, başka bir disiplin de, bu defa başka bir nedenle armağan araştırmalarına yönelmiştir. Medikal sosyologlar, armağan verme etiğinin “kutsal mallar” olarak nitelendirebileceğimiz şeylerin, yani şu durumda insan bedeninin uzuvlarının nakli için elverişli bir alışveriş tarzı arz ettiğini görerek armağan mübadelesine ilişkin sorularla ilgilenmeye başlamıştır. Bu alandaki ilk çalışma İngiliz bir sosyal yönetim profesörü olan Richard Titmuss tarafından yapılmıştır. Titmuss 1971’de yayımlanan The Gift Relationship (Armağan İlişkisi) adlı eserinde kan aktarımı için kullanılacak insan kanını nasıl ele alacağımız sorusuna yönelir. Bu doğrultuda, her türden kanı armağan olarak sınıflandıran İngiliz sistemi ile bazı kanların bağışlandığı, bazılarınınsa alınıp satıldığı karma bir ekonomi arz eden Amerikan sistemini karşılaştırır Titmuss. Bu kitabın yayımlanmasından bu yana, bedensel uzuvları, bilhassa da böbrekleri nakletme konusundaki giderek artan kabiliyetimiz, “hayat armağanı”nın etiği ve karmaşıklıkları konusunda muhtelif kitaplar yazılmasına neden olmuştur.

Armağan mübadelesi üzerine yapılan işlere ilişkin bu kısacık özet bile halen kapsamlı bir armağan teorisinden yoksun olduğumuzu göstermeye yeter. Bu konuda elimizde bulunan yegâne genel beyan, Mauss’un eseridir ve başlığından da görüleceği gibi, bu bile sonraki araştırmalara yönelik taslakların yanı sıra ilk gözlemlere yer veren bir makaledir yalnızca. Mauss’tan sonraki çalışmaların çoğu özgül konulara –antropoloji, hukuk, etik, tıp, kamu politikası, vb. gibi alanlara– yönelmiştir. Bu anlamda, benim kitabım da bir istisna oluşturmaz. Kitabın ilk yarısı bir armağan mübadelesi teorisiyken, ikinci yarısı bu teorinin dilini sanatçının yaşamına uygulamaya yönelik bir girişimdir. Yorumlarımda ve teorileştirmemde öncelikle ikinci kısımda açımladığım meseleleri kılavuz aldım. Pek çok meseleye değindim ama pek çok başka meseleyi de hiç değinmeden bıraktım. Sözgelimi, iki ya da üç istisna dışında, armağan mübadelesinin olumsuz tarafından –baskıcı bir yükümlülük hissi bırakan, manipüle eden yahut küçük düşüren, hiyerarşiler kuran ve muhafaza eden, vs. armağanlardan– hiç bahsetmedim.(3) Bu, kısmen bir öncelik meselesi olsa da (zira, armağanın değer ve gücüne ilişkin bir tasvirin, onun suistimaline ilişkin bir izahtan önce gelmesi gerektiği kanısındayım), daha ziyade ele aldığım konuyla ilgili bir seçim. Bir yaratıcı ruh ekonomisi yazmayı amaçladım: Emeğimizin nesnesi olarak kabul ettiğimiz içsel armağan ve kültürün taşıyıcısı haline gelen dışsal armağandan bahsetmeyi hedefledim. Kindarlık ya da korkuyla verilen armağanlar gibi, hakirlikten veya zorunluluktan dolayı kabul ettiğimiz armağanlara da hiç yer vermedim; zira, burada beni asıl ilgilendiren, özlemini çektiğimiz ve bize geldiğinde ruhumuza hükmeden, karşı konulamaz biçimde yüreğimize işleyen armağandır.

Notlar

(1) Gift kelimesi İngilizcede hem armağan, hem de yetenek anlamına gelir. Sözcük her iki anlama gelecek şekilde kullanıldığında armağan/yetenek diye karşılanacaktır. –ç.n.
(2) Beni (bir araya getiren bir çekim, birlik, ilişki ilkesi olarak) eros’u (genelde akıl ve mantığa, özelde ise bir farklılaşma, ayrılma ilkesine tekabül eden) logos’un karşısında konumlandırarak armağan mübadelesini “erotik” bir alışveriş olarak nitelendirmeye sevk eden şey de, bu ilişki unsurudur. Bu anlamda, piyasa ekonomisi logos’un bir yayılımıdır.
(3) Burada armağanın olumsuz yanlarını ihmal ederek ona daha olumlu bir bakışla yaklaştım. Bu anlamda, armağanın olumsuz yönlerine ilişkin fikirleriyle tamamlayıcı olacağını düşündüğüm iki yazarın adını anmadan geçemeyeceğim: armağan ve zorunluluk meselesi üzerine fevkalade bir dizi makale yazan Millard Schumaker ve 1968’de Science dergisinde yayımlanan “Ortak Mülkiyet Trajedisi” başlıklı makalesiyle özgeciliğin sınırları konusundaki son dönem tartışmalara esin veren Garrett Hardin. Bu iki yazarın eserleri kaynakçada belirtiliyor

Lewis Hyde, Armağan

İZDİHAM