2 Mart 2016

Kırmızı Saçlı Kadın’da Rastlantılar ve Saplantılar

ile izdiham

Orhan Pamuk, “Kafamda Bir Tuhaflık”ı 2015 yılında yayımlamıştı. Sadece bir yıllık bir aranın ardından yeni romanını da tamamladı. Okuyucuları açısından bir sürpriz olabilir ama sürenin kısalması -Orhan Pamuk’un kariyeri ve deneyimi göz önüne alındığında- şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, okuyucusunun karşısına bu kariyere hiç yakışmayacak bir romanla çıkması…

Her yazarın inişleri ve çıkışları olabilir. Hiçbir yazardan birbiri ardına başyapıtlar üretmesi beklenmemeli. 80’lerden bu yana Orhan Pamuk’un iyi, hatta çok iyi romanlarını da okumuştuk, vasat ve kötü olanlarını da… Kendi hesabıma, “Kar”ı ve “Kafamda Bir Tuhaflık”ı sevmemiş, olumsuz yargılarımı belirtmiştim. Ancak her ikisi de belli bir düzeyin üzerinde, ciddiyetle tartışılması gereken romanlardı. Ne yazık ki “Kırmızı Saçlı Kadın” için aynı şeyleri söyleyemiyorum; apar topar kotarılmış, malzemeleri üst üste yığılmış, Pamuk’un liberal dünya görüşünün, Türkiye ve modernizm tezlerinin taşıyıcılığına memur edilmiş bu roman, tam bir hayal kırıklığı.

Büsbütün haksızlık etmeyelim. Romanı yetmiş beşinci sayfaya dek süren ilk bölümü parlak olmamakla birlikte kendisini rahatlıkla okutur mahiyetteydi. Bu bölümü kısaca özetliyorum;

Bir delikanlı yetişiyor…

Yazar olmak isterken jeoloji tahsil edip müteahhitlikte karar kılmış kırk beş yaşındaki bir adamın, Cem Çelik’in ağzından dinliyoruz hikâyeyi. 2015 yılındayız. Cem, 30 yıl öncesine, 1985’e dönüyor, hatırlıyor, hatırladıkça olayların içine daha çok girerek hayatı boyunca kendisini şekillendiren baba-oğul ilişkilerini sorguluyor…

Birkaç kez hapse girmiş, işkence görmüş solcu bir babanın oğludur Cem. Babasının ansızın ortadan kaybolmasına ilişkin anıları canlıdır. Ne var ki, babasının son gidişi öncekilere benzemez. Cem, lise birinci sınıftayken babasız kalır. Ekonomik sıkıntıların bastırmasıyla yaz aylarında çalışmak zorunda hissedecektir kendisini. İlk yaz bir kitapçıya girer ve edebiyat dünyasıyla tanışır. Yazar olma düşleri kurmaya başlar. Ancak sonraki yaz başka bir işe girecek, hayatı bambaşka bir yöne evirilecektir.

Yevmiyesi yüksek olduğu için bir kuyucunun yanında çalışmaya heveslenir Cem. Kuyu, İstanbul’un Avrupa yakasında, şehrin dışında, 6000 nüfuslu Öngören kasabasına on beş dakikalık bir mesafedeki bir fabrika arazisinde açılacaktır – hem de en eski, neredeyse yüzlerce yıl öncesinden kalma, insan gücüne ve az buçuk araç gereçe dayanan bir yöntemle…

Sanatında gelenekten gelen bilgiyi ve felsefeyi barındıran kuyucu Mahmut Usta, bir baba gibi sahip çıkar delikanlıya. Babasının hiç yapmadığı gibi onunla ilgilenir, “her gece, televizyondaki belirsiz, hatta soluk bir görüntüden, gün boyunca karşılaştıkları bir dertten, bir hatıradan yola çıkarak” -çoğu kurandan alınma- sonuna bir hisse katılmış hikayeler anlatır, ikide bir, “iyi mi”, “aç mı”, “yoruldu mu” diye sorar, arada bir de azarlar. Cem, babasından hiç görmediği bu şefkat ve yakınlıktan hem hoşlanarak, hem de ona kızarak ustasına bağlanacaktır.

Mahmut Usta ile ilişkisi önemli bir dönüm noktası ama delikanlının hayatını etkileyen asıl olay, Öngören’de otuzlu yaşlarda, kırmızı saçlı, çekici bir kadın görmesiyle başlar. Cem’in zihninde saplantıya dönüşecektir kadın. Mahmut Usta ise bir türlü çıkaramadıkları suyu fikri sabit haline getirmiştir. Ustasından gizlice kasabaya inip kadını görmek, ona yakınlaşmak için dolaşan genç adam, sonunda dileğine kavuşur; “O gece hayatımda ilk defa bir kadınla yattım. Çok sarsıcı ve çok harikaydı. Bir anda hayat, kadınlar ve kendim hakkında bütün düşüncelerim değişti. Kırmızı Saçlı Kadın bana kendimi ve mutluluğu öğretmişti”.

Ne var ki kuyuda vuku bulan kaza, Cem’in bu en mutlu yazını sona erdirecek, delikanlı suçluluk duygularıyla -kaçarcasına- terk edecektir kasabayı…

I. Bölüm sonuna geldik. II. Bölüm’de -yine kendi ağzından- Cem’in 87’den günümüze uzanan maceralarını dinliyoruz. Maceralar çok çeşitlenmiyor. Jeoloji bölümüne girmesi, evliliği, iş hayatı, zenginleşmesi ve sonunda yolunun bir kez daha Öngeren’e düşmesi…

Hikâyeyi toparlamak ve sonlandırmak görevi ise III. Bölüm’de Kırmızı Saçlı Kadın’ın kendisine bırakılmış…

Kısa alt bölümlerle kurgulanmış, sahnenin sürekli değiştiği, hızıyla ve pastoral kır manzarası tasvirleriyle çocuğun fiziksel ve ruhsal enerjisini yansıtan ilk bölümle romana iyi bir başlangıç yapmış Orhan Pamuk. Kuyucuların tutkulu çalışması, ustanın anlattığı masallar, hikâyeler, Öngören üzerinden verilen kasaba atmosferi, çadır tiyatrosu, meyhane, ilk aşk, ilk cinsel deneyim, ileriki sayfalar için umut verici. Bütün bunlar bir yaz mevsiminde geçiyor ve 75 sayfada anlatılmış. II. Bölüm ise yaklaşık 25 yılı kapsıyor ama o da 75 sayfaya sığdırılmış. Yığılmış demek daha doğru bir değerlendirme. İlk bölümde sindire sindire yakınlaştığımız Cem’in hayatı, ikinci bölümde paldır küldür ilerliyor. İki bölüm arasındaki asimetriyi Orhan Pamuk belki de bilerek planlamıştır. Belki iki bölüm arasındaki dil farkı -dilin giderek kurulaşması- da plana dâhildir. Ancak planlanan her zaman gerçekleşmez; tıpkı “Kırmız Saçlı Kadın”da olduğu gibi. II. Bölüm, II. Bölüm’ün taslağı olmaktan öteye gitmiyor; yeterince işlenmemiş, derinleşmemiş, olaylar, olgular, düşünceler birbiri ardına sıralanmış. Sonuçta roman tadı vermiyor.

Bir dizi saplantı

Saplantıların ve rastlantıların romanı diyebilirim “Kırmızı Saçlı Kadın” için… Cem’in ve roman kişilerinin hayatları, kaderleri rastlantılarla örülmüş. Az sayfalık bir roman bu rastlantı bolluğunu taşıyamıyor. Kaderin cilvesi diyebileceğimiz rastlantılar, Orhan Pamuk’un Sophokles’in “Kral Oidipus” tragedyasıyla Firdevsî’nin “Şehname”sindeki “Rüstem ile Sohrap” hikâyesindeki temaları kendi hikâyesine katma isteğinden kaynaklanıyor. Bir Doğu efsanesi ya da eski Yunan’dan bir tragedya çok sayıda rastlantı barındırabilir, hatta rastlantı bilhassa gereklidir. Her ne kadar bu anlatıların mirasçısı olsa bile, bir romanda rastlantılar hayatın ortalamasını aştığında hikâyeyi saçmalaştırır. Mitolojinin, tragedyaların hikâyelerini, şablonlarını kopyalayan, melodramın gözüne vurup okuyucunun edebi beğenisinden ziyade duygularına seslenen romanlar -ya da filmler- yazılıyor elbette ama hemen hiçbirinde popüler kültürün sınırları aşılamıyor. Geleneksel anlatıların temalarıyla modern bir roman yazmak için önce bu temalarla günümüz insanı ve toplumunu anlamlı bir biçimde ilişkilendirmek sonra hikâyeyi edebiyat zevki verecek bir biçimde kurgulamak ve yazıya dökmek gerekir.

Orhan Pamuk’un doğu kültüründen “Rüstem ile Sohrap” ve batı kültüründen “Kral Oidipus” seçimi simgesel; ama simgeselliğini bağıra bağıra ilan eder türde bir simgesellik. Kadim metinler aracılığıyla sözü dönüp dolaştırıp bir kez daha doğu-batı meselesine bağlamış. Cem’in baktığı her yerde baba oğul çatışmasını aramasıyla Orhan Pamuk’un Türkiye’nin bütün sorunlarını doğu-batı sorunsalıyla açıklaması romandaki saplantılar hanesine eklenebilir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şark ve Garp meselesinin aslında pratik hayat içerisinde hallolduğunu, aslında meselenin münevverlerin kendi aralarında konuşmaktan vazgeçmedikleri bir meseleden ileri gitmediğini” çok yıllar önce söylemişti. Bir zamanlar “Doğu-Batı ayrımı üzerine iki dakikadan fazla konuşan herkes saçmalamaya başlıyor” diyen ise Orhan Pamuk’un kendisiydi. Doğru ve -“Kırmızı Saçlı Kadın”da açıkça ortaya çıktığı üzere- Orhan Pamuk’un kendisi için de geçerli bir tespit. Üstelik Doğu-Batı meselesini liberalizmin iflas etmiş paradigmayla kuru bir ideolojiye indirgemiş. Tezlerin yavanlığını örneklemek için romandan sadece bir alıntı yapmak istiyorum; “Ben kitaplara meraklıydım ama her modern Türk gibi Şehnâme’yi, Rüstem ve Sührab’ı bilmiyordum”…

Romanı okurken bu türden pek çok örneğe rastlayacaksınız. Tam bu noktada, alıntılanan ifadeler karakterlerin görüşünü yansıtır, yazarı bağlamaz diyebilirsiniz ama Orhan Pamuk’un söyleşisinde dillendirdiği düşünceler roman karakterleriyle birebir uyumlu. Örnekliyorum. Bu alıntı Cem’den; “İranlılar, Batılılaşma yüzünden geçmiş şairlerini ve efsanelerini unutan biz Türkler gibi değiller diye düşündüm. Özellikle şairlerini unutmazlar”. Şimdi okuyacağınız alıntıysa Orhan Pamuk röportajından; “İran medeniyetinin çok güçlü bir geleneği var. Tanıdığım İranlılar şairlerini okur, Ömer Hayyam’ı, Mevlana’yı bilir. Biz edebi geleneğimizi değiştirmeye karar verdik. Açıkça da söyledik. Bu büyük bir unutmaya yol açtı”.

Orhan Pamuk romanlarının en büyük zaafı da bu; yazarla kahramanı arasındaki mesafenin kaybolması. Bu nedenle romanlarında hep aynı karakterin maceralarını okuyoruz. Hepsinde aynı erkek tipi; bakan ama fark edemeyen, hayat acemisi, naif, kırılgan, hülyalı…

Pamuk’un Kemalist modernleşme ile aynı saflarda yer aldığını düşündüğü Türkiye devrimci hareketine yönelik eleştirilerine yabancı değiliz. “Kırmızı Kadın”da biraz daha kabalaşmış. 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimci hareketine yönelik içerden ve dışarıdan eleştirilerde, kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun, yaşanmamış/yasaklanmış cinsellik iddiasının önemli bir yeri vardı. “Kırmızı Kadın”daki dokundurmalar tam da bu türden. Üzerinde duracak derinlikten yoksun olmaları bir yana, bazen dil de sürçüyor, cümleler bozuluyor. Bakın solcu bir kadını nasıl konuşturmuş; “Bizimkilerin arasında kalınca, tıpkı Osmanlı zamanında İran’la savaşa gidip hiç geri dönmeyen sipahilerin karılarına yapıldığı gibi bir süre sonra küçük kardeş ile evlendim.”…

Söyleşisinde, bu romanında “toplumu bir psikanalist gibi masaya yatırdığını” tevazu göstermeksizin kabul etmesinde anlaşılacağı üzere, Freudien analizleri seviyor Pamuk. Kendisini tekrar etmek istemiyorsa saplantılarının, yukarıdaki cümlesindeki dil sürçmesinin Freudien analizini yapmalı. Ama daha önemlisi, eskinin “tezli roman”larından daha derin bir roman yazmak istiyorsa eğer, ideolojik göz bağlarından kurtulup bu ülkede olup bitenlere daha yakından bakmalı. “1970’lerde insanlar sokaklarda sinek gibi ölürdü. O daha da kötüydü diyebilirim. Şimdi Cumhurbaşkanı “Vatan haini” diye bağırıyor. Ama hiç olmazsa sokakta ölen yok” diyen Orhan Pamuk, tarihin en kanlı, en vahşi dönemini yaşadığımızın, Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara’da yüzlerce cana mal olan bombaların, Sur’da, Cizre’de haftalardır süren sokak savaşlarının farkında değil. Farkındalık eksikliği demiyorum, Orhan Pamuk’unki bu topluma ilişkin farkındalık yoksunluğudur ve bu andan sonra yazarın bu topluma söyleyecek sözü de yoktur.

“Ne kadar berbat bir toplumda yaşıyor olursan ol bireysel mutluluğun önemli olduğunu söyleyebilme hakkına sahibim” diyor aynı söyleşisinde. Öyleyse, bir şarkıyla uğurlayalım Orhan Pamuk’u; “Sana sevdanın yolları, bize kurşunlar”

 

Ömer Türkeş
İZDİHAM