9 Ekim 2017

Kazuo Ishiguro, Bir Aile Yemeği

ile izdiham

Fugu, Japonya’nın Büyük Okyanus kıyılarının açıklarında yakalanan bir balıktır. Bu balığın, annem fugu yemekten öldüğünden beri benim için özel bir anlamı vardır. Zehir, balığın cinsiyet bezelerinde, iki tane patlamaya hazır kesecik içinde bulunur. Balığı temizlerken bu kesecikler dikkatle ayrılmalıdır, çünkü en ufak bir sakarlık zehrin damarlara sızmasına neden olur. Maalesef bu işlemin başarıyla yapılıp yapılmadığını anlamak kolay değildir. Kanıtı, balığı yemektir denebilir.
Fugu zehirlenmesi korkunç derecede acılı ve hemen her zaman ölümcüldür. Balık eğer akşam yenmişse, kurban genellikle uykusundan acıyla uyanır. Birkaç saat büyük bir acı içinde kıvranır ve sabaha ölmüştür artık. Balık, Japonya’da, savaştan sonra çok sevilir oldu. Daha sıkı kurallar konana kadar bu tehlikeli işlemi kendi mutfağında gerçekleştirmek, sonra da komşu ve dostları ziyafete çağırmak pek rağbetteydi.
Annemin ölümü sırasında Kaliforniya’da yaşıyordum. Bu dönemde, anne babamla olan ilişkilerim oldukça gerginleşmişti, dolayısıyla annemin ölümünü kuşatan olayları ancak iki yıl sonra Tokyo’ya dönünce öğrendim. Anlaşılan, annem fugu yemeyi hep reddetmiş, ama kırmamak istediği eski bir okul arkadaşı tarafından davet edildiği için, bu olayda bir istisna yapmış. Havaalanından babamın Kamakura mahallesindeki evine giderken, bu ayrıntıları anlatan babamdı. En sonunda eve vardığımızda güneşli bir sonbahar gününün sonuna geliyorduk.
“Uçakta yemek yedin mi?” diye sordu babam. Çay odasının tatami döşemeleri üzerinde oturuyorduk.
“Hafif bir şeyler verdiler.”
“Açsındır. Kikuko gelir gelmez yemeğimizi yeriz.”
Babam kocaman, taş gibi çenesi ve öfkeli, kara kaşlarıyla korkutucu bir görüntüsü olan bir adamdı. Şimdi geriye baktığımda düşünüyorum da Çu En-lay’a çok benziyordu. Tabii ailede, nesilden nesile geçen saf samuray kanından özellikle gurur duyduğu için bu karşılaştırmamı kendisi pek beğenmezdi. Varlığı genellikle rahat bir sohbet yürütmeyi kolaylaştırmazdı; söylediği her sözü bu konudaki son sözmüşcesine söylemek gibi bir âdeti olduğundan, bu da işleri kolaylaştırmazdı. Aslında o gün orada, onun karşısında otururken, çocukluğuma ilişkin bir anı geldi aklıma, “yaşlı bir kadın gibi gevezelik ettiğim” için kafama birkaç kere vurduğunu hatırladım. Havaalanına indiğimden bu yana yaptığımız konuşmalar, kaçınılmaz olarak uzun suskunluklarla bölünmüştü.
“Şirkette olanlar için üzgünüm,” dedim ikimizin de bir süredir konuşmadığımız bir anda. Ciddiyetle başını salladı.
“Aslında hikâye orada bitmedi,” dedi. “Şirket battıktan sonra Watanabe kendini öldürdü. O yüzkarası ile yaşamak istemedi.”
“Anlıyorum.”
“Biz on yedi yıl boyunca ortaktık. İlkeli ve şerefli bir adamdı. Ona büyük saygı duyardım.”
“Tekrar iş hayatına atılacak mısın?” diye sordum.
“Ben – emekliyim. Kendimi yeni girişimlerin içine atmak için fazlaca yaşlıyım artık. Bugünlerde iş hayatı çok farklı bir hale geldi. Yabancılarla uğraşmak lazım. İşleri onların tarzında yapmak lazım. Bu hale nasıl geldik anlamıyorum. Watanabe de anlamıyordu.” İç geçirdi. “İyi bir adamdı. İlkeli adamdı.”
Çay odası bahçeye bakıyordu. Oturduğum yerden, çocukluğumda perili olduğuna inandığım çok eski kuyuyu hayal meyal görebiliyordum. Artık sık yeşilliklerin ardında zar zor görülüyordu. Güneş iyice aşağılara inmişti ve bahçenin büyük bölümü gölgeler içinde kalmıştı.
“Her şeye rağmen gelmeye karar verdiğin için memnun oldum,” dedi babam. “Kısa bir yolculuktan daha fazla bir şeydir umarım.”
“Hayatımı nasıl düzenleyeceğimden emin değilim.”
“Kendi adıma, geçmişi unutmaya hazırım. Annen de her zaman seni kabul etmeye hazırdı – senin tavırların nedeniyle çok canı sıkılmış olmasına rağmen.”
“Teşekkür ederim. Dediğim gibi, planlarımın ne olduğundan henüz emin değilim.”
“Artık o zamanlar kafanda kötü niyetler olmadığına inanıyorum,” diye devam etti babam. “Bazı etkilerle savruldun. Birçokları gibi.”
“Belki de artık bunları unutmalıyız, senin de önerdiğin gibi.”
“Nasıl istersen. Başka çay ister misin?”
Tam o sırada evin içinden yankılanarak bir kız sesi geldi.
“Nihayet.” Babam ayağa kalktı. “Kikuko geldi.”
Aramızdaki yaş farkına rağmen, kız kardeşimle ben her zaman yakın olmuştuk. Beni görmek onu aşırı biçimde heyecanlandırmıştı ve bir süre başka hiçbir şey yapmayıp yalnızca kıkırdadı. Ama babam onu Osaka ve üniversite hakkında sorgulamaya başlayınca bir ölçüde yatıştı. Babama kısa, resmi cevaplar verdi. Kikuko da bana birkaç soru sordu, ama sorularının sıkıntılı konulara yol açacağından korkuyor görünüyordu. Bir süre sonra konuşma Kikuko gelmeden öncekinden bile daha durgun hale gelmişti. Sonra babam, “Yemeği hazırlayayım. Bu tür işlerle uğraşmak zorunda olduğum için kusuruma bakmayın. Kikuko seninle ilgilenir,” diyerek ayağa kalktı.
Babam odadan çıkınca Kikuko gözle görünür biçimde rahatladı. Birkaç dakika sonra, Osaka’daki arkadaşları ve üniversitedeki dersleri hakkında rahatça gevezelik ediyordu. Sonra birdenbire bahçede yürümemiz gerektiğine karar verip hızlı adımlarla verandaya çıktı. Verandanın parmaklıkları boyunca yan yana dizili bırakılmış hasır sandaletleri giyip bahçeye çıktık. Gün ışığı hemen tümüyle kaybolmuştu.
“Son yarım saattir bir sigara içmek için ölüyorum,” dedi bir sigara yakarken.
“O zaman, niçin içmedin?”
Arkadaki eve doğru kaçamak bir bakış fırlatıp yaramazca sırıttı.
“Haa, anladım,” dedim.
“Bil bakalım ne oldu? Bir erkek arkadaşım var artık.”
“Aa, öyle mi?”
“Ama ne yapacağımı bilmiyorum. Henüz karar vermedim.”
“Anlıyorum.”
“Amerika’ya gitmek için planlar yapıyor. Benim de okulu bitirince onunla gitmemi istiyor.”
“Anlıyorum. Sen Amerika’ya gitmek istiyor musun?”
“Eğer gidersek otostopla gideceğiz.” Kikuko suratıma başparmağını salladı. “Tehlikeli olduğunu söylüyorlar ama Osaka’da denedim ve bir şey olmadı.”
“Anlıyorum. O zaman, karar veremediğin ne?”
Çalıların arasında dolanıp eski kuyuda biten dar bir patikadan yürüyorduk. Kikuko, biz yürürken sigarasından gereksizce gösterişli nefesler çekiyordu.
“Eh, şimdi Osaka’da birçok arkadaşım var. Orasını seviyorum. Henüz onların tümünü geride bırakmak istediğimden emin değilim. Bir de Suichi – ondan hoşlanıyorum ama onunla bu kadar çok vakit geçirmek isteyip istemediğimden emin değilim. Anlıyor musun?”
“A, çok iyi anlıyorum.”
Tekrar sırıttı ve benim önümden kuyuya varana kadar sekerek gitti.
“Sen nasıl da bu kuyu perili derdin,” dedi ben ona doğru yürüyerek yaklaşırken. “Hatırlıyor musun?”
“Evet, hatırlıyorum.”
İkimiz de kenarından doğru içine baktık.
“Annem her zaman, o gece senin gördüğünün, manavdaki yaşlı kadın olduğunu söylerdi bana,” dedi. “Ama ben ona hiç inanmazdım ve buraya hiç yalnız başıma gelmedim.”
“Annem bana da böyle söylerdi. Hatta bir kere bana yaşlı kadının hayaletin kendisi olduğunu itiraf ettiğini bile söyledi. Anlaşılan, kestirme diye bizim bahçeden geçmiş. Bu duvarları aşmak için epey zorluk çekmiş olmalı.”
Kikuko kıkırdadı. Sonra arkasını kuyuya verip bakışlarıyla bahçeyi taradı.
“Annem seni hiç suçlamadı, biliyor musun?” dedi yepyeni bir sesle. Ben sessiz kaldım. “Bana hep, her şeyin kendi hataları olduğunu söylerdi, babamın ve kendisinin hatası. Seni doğru yetiştiremedikleri için. Bana hep, beni yetiştirirken ne kadar daha dikkatli olduklarını ve benim bu yüzden bu kadar iyi olduğumu anlatırdı.” Kafasını kaldırdı. Yaramaz gülümseme yüzüne geri dönmüştü. “Zavallı annem,” dedi.
“Evet, zavallı annem.”
“Kaliforniya’ya geri dönecek misin?”
“Bilmiyorum. Bakacağız.”
“Ne oldu – ona? Vicki’ye?”
“O iş bitti,” dedim. “Artık Kaliforniya’da benim için fazla bir şey kalmadı.”
“Sence oraya gitmeli miyim?”
“Git tabii. Bilmem ki. Belki seversin.” Eve doğru baktım. “Artık içeri girsek iyi olur belki de. Babamın, yemeği hazırlamada yardıma ihtiyacı olabilir.”
Ama kardeşim bir kez daha kuyunun dibine bakıyordu. “Ben hayalet göremiyorum,” dedi. Sesi biraz yankı yaptı.
“Şirketinin yıkılması babamı çok sarstı mı?”
“Bilmiyorum. Babam hiç belli etmez.” Sonra birden doğruldu ve bana döndü. Sana yaşlı Watanabe’yi anlattı mı? Ne yaptığını?”
“İntihar ettiğini duydum.”
“Eh, hepsi bu değildi. Bütün ailesini de kendisiyle birlikte götürdü. Karısını ve iki küçük kızını.”
“Sahi mi?”
“O güzel küçük kızları. Hepsi uyurken gazı açmış. Sonra kendi midesini bir et bıçağıyla kesti.”
“Evet. Babam bana Watanabe’nin nasıl ilkeli bir adam olduğunu anlatıyordu.”
“Hasta.” Kardeşim tekrar kuyuya döndü.
“Dikkat et. İçine düşüverirsin.”
“Ben hayalet falan görmüyorum,” dedi. “Sen bana hep yalan söyledin.”
“Ama ben hiçbir zaman hayaletin kuyuda yaşadığını söylemedim.”
“Nerede o zaman?”
İkimiz de etrafımıza, ağaç ve çalılara baktık. Bahçedeki ışık pek loşlaşmıştı. Sonunda sekiz dokuz metre ötedeki bir açıklığı işaret ettim.
“Tam orada gördüm onu. Tam orada.”
O noktaya diktik gözlerimizi
“Neye benziyordu?”
“Pek iyi göremedim. Karanlıktı.”
“Ama bir şeyler görmüş olmalısın.”
“Yaşlı bir kadındı. Sadece orada duruyor, bana bakıyordu.”
O noktaya gözlerimizi dikmiş kalmıştık, büyülenmiş gibi.
“Beyaz bir kimono giymişti,” dedim. “Saçları biraz dağılmıştı. Biraz uçuşuyordu.”
Kikuko dirseğiyle kolumu dürttü. “Yavaş ol. Beni yine korkutmaya çalışıyorsun.” Sigarasının kalanını yere atıp üstüne ayağıyla bastırdı, sonra kısa bir an ona şaşkın bir ifadeyle bakakaldı. Üstüne biraz çam iğnesi iteledi, sonra sırıtışını bir kez daha gösterdi. “Bakalım yemek hazır mı,” dedi.
Babamı mutfakta bulduk. Bize aceleyle bir göz attı, sonra yaptığı işe devam etti.
“Kendi başına idare etmek zorunda kalalı beri esaslı bir aşçı oldu babam,” dedi Kikuko gülerek. Babam dönüp soğuk soğuk kardeşime baktı.
“Pek övünmediğim bir beceri,” dedi. “Kikuko, buraya gel ve yardım et.”
Kardeşim birkaç saniye kıpırdamadı. Sonra öne doğru adım atıp bir çekmeceden sarkan önlüğü aldı.
“Şimdi yalnızca şu sebzeleri pişirmek lazım,” dedi babam. “Gerisine yalnızca arada bir göz atmak gerek.” Sonra gözlerini kaldırdı ve birkaç saniye beni tuhaf tuhaf süzdü. “Herhalde evi dolaşmak istersin,” dedi sonunda. Elinde tuttuğu çubukları masaya koydu. “Sen görmeyeli çok oldu.”
“Mutfaktan çıktığımızda başımı çevirip Kikuko’ya doğru baktım ama onun başı bana dönük değildi.
“İyi bir kız,” dedi babam sakin sakin.
Odadan odaya babamı izledim. Evin ne kadar büyük olduğunu unutmuştum. Bir sürgülü kapı kayarak açılıyor ve başka bir oda beliriveriyordu. Ama odalar ürkütücü şekilde boştu. Odalardan birinde ışıklar yanmadı ve pencereden gelen solgun ışığın altında çırçıplak duvarlara ve tatami döşemeye diktik gözlerimizi.
“Bu ev tek bir adam için fazla büyük,” dedi babam. “Bu odalar artık pek işime yaramıyor.”
Ama sonunda babam ağzına kadar kitaplar ve kâğıtlarla dolu bir odanın kapısını açtı. Vazolarda çiçekler, duvarlarda resimler vardı. Sonra köşede alçak bir masa üzerinde bir şey dikkatimi çekti. Yakına geldim ve bunun plastikten bir maket savaş gemisi olduğunu gördüm, çocukların yaptıkları cinsten. Bir gazetenin üzerine konmuştu; etrafına da çeşitli gri plastik parçaları saçılmıştı.
Babam bir kahkaha attı. Masaya yaklaştı ve maket gemiyi eline aldı.
“Şirket battığından beri,” dedi, “biraz daha çok vaktim var.” Tekrar güldü, oldukça garip bir şekilde. Bir an için yüzü neredeyse yumuşamıştı. “Biraz daha çok vakit.”
“Tuhaf geliyor bu,” dedim. “Her zaman o kadar meşguldün ki.”
“Belki de fazlaca meşguldüm.” Küçük bir gülümsemeyle baktı bana. “Belki de daha ilgili bir baba olmalıydım.”
Güldüm. Savaş gemisini incelemeye devam etti. Sonra başını kaldırdı. “Sana bunu söylemeye niyetim yoktu ama belki de söylesem iyi olacak. Annenin ölümünün kaza olmadığını düşünüyorum. Bir sürü endişesi vardı. Bir de hayal kırıklıkları.”
İkimiz de plastik savaş gemisine baktık.
“Tabii ki,” dedim sonunda, “annem benim sonsuza kadar burada yaşamamı beklemezdi.”
“Anlamadığın çok açık. Bazı anne babaların neler yaşadığını anlamıyorsun. Yalnız, çocuklarını kaybetmekle kalmıyorlar, onların, anlamadıkları şeyler içinde kaybolmalarına tanık olmak zorunda kalıyorlar.” Savaş gemisini elinde çevirdi. “Şuradaki bu küçük gambotların daha iyi yapıştırılması gerekirdi, değil mi?”
“Belki de. Bence çok iyi görünüyor.”
“Savaşta böyle bir gemide bir süre geçirdim. Ama aklım fikrim hep hava kuvvetlerindeydi. Şöyle düşünüyordum. Eğer gemin düşman tarafından vurulursa, bütün yapacağın, suda çırpınıp bir can yeleği bulmayı ümit etmektir. Ama uçakta –eh– her zaman bir silah daha vardır.” Maket uçağı tekrar masanın üstüne koydu. “Savaşa inandığını sanmıyorum.”
“Pek inanmam.”
Odayı çepeçevre süzdü. “Artık, yemek hazırdır,” dedi. “Acıkmışsındır.”
Yemek, mutfağın yanındaki loş bir odada hazır duruyordu. Tek ışık kaynağı, masanın üstünden sarkan büyük bir fenerdi ve odanın geri kalan kısmını gölge içinde bırakıyordu. Yemeğe başlamadan birbirimize saygıyla eğildik.
Pek konuşma olmadı. Ben yemek konusunda iltifat edince Kikuko biraz kıkırdadı. Daha önceki huzursuzluğu tekrar geri dönmüşe benziyordu. Babam birkaç dakika konuşmadı. Sonunda şöyle söyledi:
“Tekrar Japonya’da olmak sana tuhaf geliyordur.”
“Evet, biraz tuhaf.”
“Daha şimdiden, belki de Amerika’dan ayrıldığına pişmansındır.”
“Biraz. Pek fazla değil. Geride pek fazla şey bırakmadım. Sadece bazı boş odalar.”
“Anlıyorum.”
Masanın karşı tarafına göz attım. Yarı aydınlıkta babamın yüzü taş gibi ve korkutucu görünüyordu. Sessizlik içinde yemeğimizi yedik.
Sonra gözüme odanın arka kısmındaki bir şey ilişti. Önce yemeğimi yemeğe devam ettim, sonra ellerim hareketsizleşti. Bu, öbürlerinin de dikkatini çekti ve bana baktılar. Babamın omzunun üstünden karanlığa bakmaya devam ediyordum.
“O kim? Şuradaki fotoğraftaki?”
“Hangi fotoğraf?” Babam bakışımı izlemeye çalışarak hafifçe döndü.
“En alttaki. Beyaz kimono giymiş olan yaşlı kadın.”
Babam çubuklarını masaya koydu. Önce fotoğrafa, sonra da bana baktı.
“Annen.” Sesi çok sertti. “Kendi anneni tanıyamıyor musun?”
“Annem. Etraf karanlık. Çok iyi göremiyorum.”
Birkaç saniye kimse konuşmadı, sonra Kikuko ayağa kalktı. Fotoğrafı duvardan indirdi, masaya geldi ve bana verdi.
“Epeyce daha yaşlı görünüyor.”
“Ölümünden kısa süre önce çekilmişti,” dedi babam.
“Karanlıktan. Çok iyi göremedim.”
Başımı kaldırdım ve babamın elini uzattığını gördüm. Ona fotoğrafı verdim. Fotoğrafa dikkatle baktı ve sonra Kikuko’ya uzattı. Kardeşim, yumuşakbaşlılıkla bir kez daha ayağa kalktı ve resmi duvardaki yerine geri götürdü.
Masanın ortasında, kapağı açılmamış büyük bir kap vardı. Kikuko tekrar oturunca babam uzandı ve kapağını açtı. Bir buhar bulutu yükselip fenere doğru kıvrıldı. Babam kabı biraz bana doğru itti.
“Acıkmışsındır,” dedi. Yüzünün tek yanı gölgede kalıyordu.
“Teşekkür ederim.” Çubuklarımla ileri doğru uzandım. Buhar neredeyse beni haşlayacaktı. “Bu ne?”
“Balık.”
“Çok güzel kokuyor.”
Çorbanın içinde, neredeyse top haline gelecek şekilde kıvrılmış olan balık şeritleri vardı. Bir tanesini aldım ve çanağıma taşıdım.
“Buyur. Daha çok var.”
“Teşekkür ederim.” Biraz daha aldım, sonra kabı babama doğru ittim. Çanağına birkaç parça balık almasını izledim. Sonra her ikimiz de Kikuko’nun kendi tabağına balık alışını izledik.
Babam biraz eğildi. “Acıkmışsınızdır,” dedi tekrardan. Ağzına biraz balık götürdü ve yemeğe başladı. Sonra ben de bir parça balık seçtim ve ağzıma koydum. Dilime yumuşak, sulu ve etli geldi.
“Çok güzel,” dedim. “Ne balığı bu?”
“Yalnızca balık.”
“Çok güzel.”
Üçümüz de sessizlik içinde yemeğimizi yiyorduk. Birkaç dakika geçti.
“Biraz daha?”
“Yeterince var mı?”
“Hepimize yetecek kadar çok var.” Babam kabın kapağını kaldırdı ve bir kez daha buhar çıktı. Hepimiz ileri uzandık ve tabağımıza biraz yemek aldık.
“Al,” dedim babama, “bu son parçayı da sen al.”
“Teşekkür ederim.”
Yemeği bitirdiğimizde, babam kollarını gerdi ve bir memnuniyet havası içinde esnedi. “Kikuko,” dedi. “Bir çaydanlık çay hazırla lütfen.”
Kız kardeşim babamın yüzüne baktı, sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Babam ayağa kalktı.
“Öteki odaya geçelim. Burası biraz sıcak.”
Ben de ayağa kalktım ve babamın ardından çay odasına gittim. Geniş sürgülü kapılar açık bırakılmıştı ve bahçeden içeri bir esinti giriyordu. Bir süre sessizlik içinde oturduk.
“Baba,” dedim en sonunda.
“Efendim?”
“Kikuko bana Watanabe-San’ın, kendisiyle birlikte tüm ailesini de götürdüğünü söyledi.”
Babam gözlerini indirdi ve başını salladı. Birkaç saniye derin düşünceler içine dalmış göründü. “Watanabe işine çok bağlıydı,” dedi sonunda. “Şirketin çöküşü ona büyük bir darbe oldu. Maalesef bu onun muhakeme yeteneğini zayıflatmış olmalı.”
“Onun yaptığı şeyin hata olduğunu mu düşünüyorsun?”
“E tabii. Sen başka türlü mü düşünüyorsun?”
“Evet, evet, tabii ki böyle düşünüyorum.”
“İşten başka şeyler de vardır.”
“Evet.”
Yine sessizlik oldu. Bahçeden çekirgelerin sesleri geliyordu. Karanlığın içine baktım. Kuyu artık görünmüyordu.
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu babam. “Japonya’da bir süre kalacak mısın?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse, o kadar ilerisini düşünmemiştim.”
“Eğer burada kalmak istersen, yani bu evde, bundan büyük memnuniyet duyarım. Yani yaşlı bir adamla yaşamanın sence sakıncası yoksa.”
“Teşekkür ederim. Bunu düşünmem gerekiyor.”
Bir kez daha gözlerimi karanlığa diktim.
“Tabii,” dedi babam, “bu ev artık çok kasvetli. Mutlaka çok geçmeden Amerika’ya dönersin.”
“Belki de. Henüz bilmiyorum.”
“Mutlaka dönersin.”
Babam bir süre ellerinin tersini inceliyormuş gibi göründü. Sonra başını kaldırdı ve iç geçirdi.
“Kikuko’nun gelecek baharda okulu bitiyor,” dedi. “Belki o zaman eve dönmek ister. Kikuko iyi bir kız.”
“Belki ister.”
“O zaman işler düzelir.”
“Evet, eminim düzelir.”
Kikuko’nun çayı getirmesini beklerken bir kez daha sessizlik oldu.

Kazuo Ishiguro; Çeviren: Lâle Akalın, oggito.com

 İZDİHAM