14 Nisan 2021

Kadir Işık: “Tek başına yazma tutkusu yazar olmaya yetmiyor.”

ile izdiham

Sorunlarımızın başında insanın insana ettikleri geliyor, bir de insanın kendine ettikleri…

Kadir Işık uzun yıllardır yazıyor. Öykü başta olmak üzere, çeşitli türlerde. Önce böyle bir birikimi oluşturup sonra yayımlamaya başlamayı amaçladığı söylenebilir. Herkesten Uzakta ilk öykü kitabı. Onunla kitabından çıkarak konuştuk.

Semih Gümüş: Kadir, ilk kitabın Herkesten Uzakta yayımlandı. Sonunda yayımlandı. Yıllar önce karşılaştığımızda, o güne dek on bin sayfa yazdığını söylemiştin. Bu kitap, bu yazma birikiminin sonucu olarak mı ortaya çıktı?

Kadir Işık: Evet sonunda yayımlandı. Beni yakından tanıyanlar kitap çıktıktan sonra böyle dediler hep. Yakın çevrem yazıyla içli dışlı olduğum için sürekli, hadi ama, bir kitabın olsun artık, diyordu, işte oldu ve onlar bu duruma neredeyse benden daha çok sevindiler. Amacım iyi yazmaktı, iyi yazmak benim için kitap yayımlamaktan daha önemliydi.

Bana göre iyi yazmanın ilk kuralı çok okumak, ikincisi ise çok yazmak. Yazı, yazarak öğreniliyor, ben de yazarak öğrenmeye çalışıyorum. Herkesten Uzakta uzun yıllar yazdıklarımdan süzülen bir kitap oldu ve evet sizin de dediğiniz gibi, yazma birikimimin sonunda ortaya çıktı diyebilirim.

SG: Sendeki yazma tutkusu ve alışkanlığı az bulunur. Ama yazdıklarını sonunda tastamam, yayımlanacak hale getirmekte sorunlar mı yaşıyorsun?             

KI: Bazı insanlar kitaplar konusunda maymun iştahlı, birine başlar, bitirmeden öbürüne geçer ya da sürekli kitap satın alırlar, okumazlar ama alırlar. Bibliyomani denen şey… Belki  bende de benzer bir yazma hastalığı vardır, bilemiyorum. Ancak tek başına yazma tutkusu yazar olmaya yetmiyor. Bilinçli bir okuma süreci, disiplinli bir çalışma ve en önemlisi de bu işi sevmek gerekiyor.

Kitaplarınızı, basında, edebiyat dergilerinde yayımlanan yazılarınızı okudum, çıkardığınız dergileri takip ettim. Daha sonra yazı atölyesine katıldım, orada bir metnin nasıl biçim alacağını, bir kitabın nasıl okunacağını ve daha birçok şey öğrendim. Bu sayede sanırım bu sorunu aştım ve ortaya kitap çıktı. Daha önce de birçok dergide öykülerim yayımlandı, yazılarım çıktı ama benim için kitabımın yayımlanması hiçbir zaman önceliğim olmadı.

SG: Uzun soluklu öyküler yazıyorsun. Çok kısa yazmaya yatkın değilsin. Bunu hikâye anlatmaya yatkınlığın olarak görebilir miyiz?

KI: “Kısa yazacak kadar zamanım yoktu” diyor Mark Twain. Kısa yazmak sahiden zor, yazıya oturduğumda ne yazacağım üzerine değil de ne yazmamam üzerine daha çok düşünüyorum. Bir sayfalık yazı için en az üç dört sayfa yazıyorum ve geriye fazlalıkları atmak kalıyor ki bence bu işin en zor kısmı. Bazen metinle çok uğraştığımda her şey birbirine giriyor, bu noktada ya metni olduğu gibi bırakmalı ya da hatalarıyla kabul etmeli. Yazının temelinde hikâye anlatmaya yatkınlık olsa gerek. Anlatacağınız hikâye konuşmanın sınırlarını aşıyorsa bu bir yük olarak anlatıcının sırtına biniyor, anlatıcı da yükünü hafifletmek için elindeki tek gücü, yazıyı kullanıyor, aksi durumda dile gelen ama açıklanamayan, anlatılamayan düşünceler zihni yoruyor, hasta ediyor. Anlatmak yetmiyor, yazı bu noktada kişinin imdadına yetişiyor.

SG: Peki hikâyenin bir öykünün öğeleri arasındaki yeri nedir?

KI: Sosyal medyada, boyalı basında her an birbirinden farklı hikâyeler okuyor, televizyondan izliyor, radyodan dinliyoruz, hatta bazılarının içinde yaşıyoruz. Önemli olan hikâyeyi yeniden oluşturmamız, onu görünür kılmamız. Dostoyevski ve Tolstoy’u yaratan Gogol’un Palto’sunun salt bir hikâyeden oluştuğunu iddia edebilir miyiz.

Kurmaca bir metinde her ne kadar okurun aklında en çok hikâye kısmı kalsa da, eğer hikâye anlatımla, yazı diliyle desteklenmezse kalıcı ya da etkili bir kurmaca metinden söz etmek mümkün olamaz.

SG: Seninkiler insan hikâyeleri, elbette bütün öyküler böyledir ama sen aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkilerin acıtıcı, sert yanlarını, insanın insana ettiklerini yazıyorsun. Böyle hikâyeler mi anlatmak gerekir?

KI: Kendimizi yeterince tanımıyoruz, yakınlarımızı, çevremizi de. Dolayısıyla bir türlü çözülmeyen, düzelmeyen ya da kontrolümüz dışında gelişen, içinde var olamadığımız ilişkiler yaşıyoruz. Zamanla birbirimizi tüketiyoruz. Bana göre sorunlarımızın başında insanın insana ettikleri geliyor, bir de insanın kendine ettikleri…

Özetle insanın bir türlü çözemediği, çoğu zaman en büyük sorunu iletişim, dolayısıyla sorunlu ilişkiler. Bütün kitapların konusu üç aşağı beş yukarı aynı. ‘’İnsan insanın kurdudur’’ diyor  Hobbes. Biz de yazdıklarımızla buna belki de açıklık kazandırmaya çalışıyoruz. Nasıl hikâyeler anlatılması gerektiği konusunda kesin bir yargıya varamam ama yazdığım öyküler, okuma kültürüm, yaşam tarzım ve etkisinde kaldığım olaylar sonucunda ortaya çıktı.

SG: Senin öykülerin gücünü hikâyelerinden alıyor. Peki dil, hikâyenin kurgusu gibi öğelerin önemi için neler düşünüyorsun?

KI: Öykünün anlatımının, dilinin, sadeliğinin ve kurgusunun da en az hikâye kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Biri eksik olursa öykü uzun süre varlığını sürdüremez, okurda bir eksiklik duygusu uyandırır. Belki okur bunu açıklayamaz ama sevmedim, olmamış diyebilir ya da okuduğu metne, yazarına burun kıvırabilir.  

SG: Peki hangi yazarları kendine yakın görüyorsun, kimlerden etkilendin?

KI: Cevabı oldukça zor bir soru bu, kimlerden nasıl etkilendiğimi bilmiyorum ama insan eğer en çok sevdiklerinden etkileniyorsa, burada sevdiğim yazarlardan söz etmeliyim. Onlar da zaman zaman değişiyor. Yıllar önce Yaşar Kemal okurken adeta transa geçerdim, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını ilk okuduğumda daha kitabı bitirmeden diğer kitaplarını da almak için arkadaşlarımdan borç aldığımı hatırlıyorum. İlkokulda okuduğum ve pek tavsiye etmeyeceğim Kolsuz Kahraman’ı hep yeni baştan, heyecanla, hayranlıkla okuduğum geliyor aklıma. Salinger’ı ilk keşfettiğim anı, o an aldığım okuma hazzını hiç unutmam. Öncesinde Dünya klasikleri, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev… Bununla birlikte eskiden çok sevdiğim ama yeniden elime aldığım kitapları ikinci kez okuduğumda hayal kırıklığı yaşadığım da oldu. Son yıllarda ise favori yazarım Thomas Bernhard. Onun öfkeli, asi anlatımı ve sert dilini çok seviyorum ama yine de ondan etkilendiğimi söyleyemem. Öykü yazarlarından Saroyan’ı, son dönemde William Trevor’u çok sevdim. Sonra  Richard Yetas, Roberta Bolano, Ralf Rothmann…

SG: Sanırım roman yazmaya başladın. Bu yaratım süreci içinde öykü ile roman arasındaki farklar da önüne sorun olarak geliyor mu?

KI: Yıllar önce yazdığım iki roman bilgisayarın bir köşesinde tozlanmış, örümcek ağları bağlamış halde duruyor. Şimdilerde üzerinde çalıştığım bir roman var, sonu nereye varır bilemiyorum. Aynı zamanda öyküler ve kitaplar üzerine yazılar yazıyorum. Roman daha çok zaman istiyor, yoğunlaşmak gerekiyor. Roman, öykü ya da gezi yazılarının dili farklı olmakla birlikte üçünün de temelinde hikâyeyi doğru kelimelerle, yerinde bir anlatımla ortaya çıkarmak gerekiyor. Arada yorucu farklar yok ama üçü arasında olmazsa olmazlar çok fazla. 

SG: Sen aynı zamanda gezginsin. Gezi yazıları yazmaya nasıl karar verdin?

KI: Gittiğim ülkelerde, gezdiğim şehirlerde yaşadığım, gördüğüm, yediğim içtiğim her şeyi günce şeklinde yazıyorum. Kaldığım ucuz hostellerde ya da berbat otel odalarında sabah erken uyanıyor, bir gün öncesini yazıyor, o gün gezeceğim yerleri listeliyor, bazen de plansız programsız o an bulunduğum şehirde kayboluyorum. Gün içinde farklı bir hikâyenin içinde yer almak ya da ne olacağını hesaplamadan kendimi şehrin, zamanın, mekânın akışına bırakmak, bu süreçte okumak, yazmak, yeni insanlarla tanışmak yeni yerler görmek benim için bir yaşam tarzı. Yazdıklarımın bir gün yayımlanacağını, bir gün gezi yazıları yazacağımı düşünmeden, sadece gün içinde zihnime dolan kalabalıktan kurtulmak için her daim yanımda taşıdığım laptopuma yazarak depoluyordum. Sonra o güncelerin arasında bir seçim yaptım, yeniden düzenledim, kurguladım ve Oggito’ya gönderdim, yayımlandı, ilgi gördü, hoşuma gitti. Gezi yazılarım yayımlandıktan sonra gezdiğim yerlere farklı bir gözle bakmaya başladım ama yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda ne yazacağımı önceden düşünmedim, oturdum ve yazdım. 

SG: Öykülerini yazmaya nereden başlıyorsun, bir fikirden mi, bir cümleden mi, yaşadıklarından mı, nereden?

KI: Küçük yaşanmışlıklardan, bir güncenin içine girmeye çalışan ama dışında kalan olaylardan, bir cümleden ya da okuduğum güzel bir öykünün, romanın bende yarattığı değişimden yola çıkarak başlıyorum. Yazarken şekilleniyor, kurgu sürecinde gerçekliğini kaybediyor, son aşamada kendini yeniden gerçekleştiriyor ve ortaya bir öykü çıkıyor.

SG: Yazarak ne yapmak istiyorsun?

KI: Yazarak yapmak istediğim kesin bir şey yok. Yazmak yaşama bir yerlerinden tutunmamı sağlıyor. Zihnime dolan, taşımaktan yorulduğum olayları yazarak rahatlıyorum. Bir nevi terapi benim için. Yoga yapıyorum, yüzüyorum, içime atmak zorunda kaldığım her şeyi yazarak ifşa ediyorum. Var olmaya, nefes almaya çalışıyorum. Bence bu bile tek başına geçerli ve yeterli bir neden, gerisi önemsiz küçük ayrıntılar.

SG: Senin okunmazsa olmaz kitapların neler, söyleyebilir misin?

KI: Aslında her okurun mutlaka okuması gereken kitaplar benim de okunmazsa olmazlarım arasında. Don QuijoteBinbir Gece Masalları, Tristram Shady Beyefendi’nin Hayatı ve GörüşleriAnna KareninaKaramazov Kardeşler, İnce Memed1984Hayvan ÇiftliğiMadde 22Alıklar BirliğiMacbethDavaMartı, KokuKörleşme… liste çok uzun, daha fazlasını okumak için yeterli zaman herkes için vardır.

Söyleşi: Semih Gümüş

İZDİHAM