5 Mart 2018

Jean-Paul Roux, Kutsal Dağlar Efsanevi Dağlar

ile izdihamdergi

O yüksekliklere çıkanların […], hep orada kalmak istemesi, şaşırtmasın seni.”
Platon, Devlet, VII

İnsanoğlunun kafasını kurcalayan şeyler arasında önemli bir yeri olmuştur dağın. Birçok din sisteminin merkezinde değil midir? Çağrıştırdığı imgeler her bireyin bilinçaltına işlemiştir. Ama bütün canlıların damarlarında akan ve her birimizde benzeri heyecanlar yaratan kanın tersine, halkların çoğunun tanıyıp önünde saygıyla eğildiği kralın tersine, dağ bütün uygarlıkların dikkatini aynı ölçüde çekmemiştir. Kimileri, İsrail, Yunanistan, Çin, Japonya, Kamboçya ve Endonezya’da olduğu gibi, öncelikli bir yer vermiştir ona. Kimilerindeyse, Eski Mısır’da, Almanlar ya da Slavlarda olduğu gibi, daha geri plandadır…

Yine de, oralarda yaşayanların içinde bile uyandırılmayı bekleyen bir “dağcı ruhu” vardır. Dağ perilerine artık inanmıyor olsalar da, birçok çağdaşımızın içinde de uyur bu ruh. Elbette bir patikanın dönüşünde, bir mağarada, keçilerini otlatan Pan’a ya da yırtıcılarla birlikte dolaşan Artemis’e rastlayamayacağımızı biliriz, ve Tanrı’nın Musa’yla Sina’nın tepesinde konuştuğuna inanabilme fikri çoğumuzu güldürür. Ama binlerce yıllık inanışlardan ne kadar sıyrılmış olabiliriz ki?

Kan, özü gereği çift yönlüdür: Hem iyidir hem kötü, uğurlu ve uğursuz, arı ve bulanık. Kralınsa olumlu bir değeri vardır. Dağ, her ikisinden de aşağı yukarı aynı uzaklıkta durur. Kasvetli, olumsuz, korkutucu bir yanı vardır. Ortaya çıkışları kimi zaman dehşet vericidir: toprak kaymaları, volkanlar, çığlar, heyelanlar ve bunların getirebileceği fiziksel ve psikolojik zararlar. Vahşetin barınağıdır dağ, en ham haliyle doğadır.

“Şiddet ve dehşet, der Lucretius, baltalıklarda, dağlarda ve ormanların derinliklerinde kol gezer, bu korkunç yerlerden kaçınmak da neredeyse her zaman bizim elimizdedir.” Dağa çıkmak zordur ve zirvelere el değmemiştir. Ama yararları zararlarını çok geride bırakır. Zirvelere yağmurlarla patlayan bulut kümeleri takılır; yağmur hayat veren sulara dönüşür, seller ve ırmaklar akar yamaçlarda. Kalıcılığı, dayanıklılığı ve kuvveti çağrıştırır dağ. Gözlerini yerden ayırabilen, ayakta durabilen tek yaratık gibi, insan gibi, dikeylik idealini somutlaştırır. Olağanüstü çıkışlarıyla bakışları ister istemez yukarı çeker: Şarap gibi sarhoş eder ve bu sarhoşluk cinnete de götürebilir insanı, neşeye de. Hayatını tehlikeye atan, iplere bağlı dağcı bilir bunu, ama neşesini tırmanmakta bulur.

Yazarların çoğu göklere çıkarmıştır dağı, ya da onunla birlikte yaşadıkları serüvenleri aktarmışlardır. “Dağlar, ey Pireneler, aşklarımsınız benim”, der eski bir Fransız şarkısı. Herodotos’un Atlas betimlemeleri de (“Daracık bir yükselti, yuvarlaklığı kusursuz ve öyle yüksek ki, söylentiye bakılırsa seçilemiyor dorukları.”), eski bir Japon şairin dizeleri de (“Unibiyama dağında, gündüz vakti dalgalanır bulutlar, tıpkı rüzgârın gelişini haber vermek üzere titreşen yapraklar.”), Heine’nin yinelenen haykırışları da (“Göğüs kafesinin özgürce inip kalktığı, daha özgür bir havanın estiği dağa çıkmak isterim”; “Yüksek tepelerdeki sarp kayalıklara, dağa tırmanmak isterim”; “Yukarıda, olağanüstü güzellikteki doruklarda, en güzel bakire oturmuş bekliyor.”) bir o kadar heyecanlandırır beni.

İnler ve mağaralar, belli ölçülerde dağın karşıtı gibi görünseler de, onunla ilişki içindedirler. “Doğal oyuklar”, “doğal ve yapay oyuklar”, “derin çukurlar” –Larousse “in” ve “mağara” maddeleri için bu tanımları verir– aslında yükseltilerde ya da yalıyarların altındadır. Sıradağların ve sivri tepelerin yeraltındaki uzantıları ya da bunların tersine imgeleri gibi ele alındığında, çoğu zaman, insanlar ve hayvanların yükseklerde bulduğu tek ve vazgeçilmez barınağı simgelerler. Dağda yaşanan birçok hadise, bir mağarada sahnelenir. Ermişin biri dağlarda yalnızlığı, sertliği ve aşkınlığı arayacak olsa, bir mağaraya sığınır ve orada engin deneyimleriyle konaklayabilir; böylelikle hem dağ adamı hem de mağara adamı olabilir. Tanrılar ve şeytanlar, ayılar ve aslanlar, ölüler ve diriler de zirveler ve oyuklarda dolanır.

Mağaranın çoğu zaman, aşılması gereken, dağdan daha olumsuz bir görünümü vardır. “Mağaradaki dehşet verici görüntüler üstüne ne söylenebilir?, diye sorar Euripides Kiklop’ta, İon’daysa şöyle der: “Bu mağaraların utanç verici sırrını biliyorum.” Platon’un mağarası, kaçınılması gereken bir cehalet, bir ıstırap, bir ceza yuvasıdır. Ama ışık da alabilir, o vakit göz kamaştırır. Anne karnının bir imgesi olarak, bir doğuş ya da daha çok bir yeniden doğuş güvencesidir, ama aynı zamanda, kışkırtıcı ve tehlikeli dişi karnının uyandırdığı alışılageldik korkuyu getirir.

Modern Batı edebiyatının kutsal dağlara görece çok az yer vermiş olması şaşırtıcı, oysa en azından Rousseau’dan beri, edebiyat, dorukları alışılageldik manzaralarına dahil etmiştir. Dante, Goethe, kimi vakit Shakespeare ve Heine dışında başvurulabilecek çok az kaynak var. Bu umursamazlığı atalarımızın üzerine mi yıkmalı, yoksa binaların, kayak pistlerinin ve gece kulüplerinin dağların kutsallığını alıp götürdüğünü mü düşünmeli. Bir tek gerçek dağ sakinlerinin folklorik gelenekleri, bir tek gerçek dağcıların deneyimleri, batıl inançları ve sıkıntıları, neşeyi ve ruhun heveslerini, dağınık bir biçimde de olsa aktarıyor.

Dağın verdiği başlıca derslerden biri, ölümün bir başlangıcı belirlemesidir. Ölmüş ve yükseklerde doğmuş pek çok insan, kahraman ve tanrı vardır. Böyle Çinlilere ve Hintlilere rastlanır, ruhani bir biçimde Sina dağında doğmuş ve bedensel olarak Nebo’da ölmüş Musa gibi İbraniler, ya da Herakles gibi gözünü Oeta tepesinde açmış ve kapamış Yunanlar vardır. İçlerinden biri, Hıristiyanların Tanrı’nın Oğlu saydığı kişi, bunun kusursuz ve bize çok yakın bir örneğini vermiştir, dünyadaki kısacık yaşantısı Çarmıhın Golgotha’sı ve miladın yemliği arasında kayıtlıdır.

Roux, Fransızcadan çeviren: Esra Özdoğan

İZDİHAM