30 Ekim 2018

İsmet Özel’in Son Makalesi; Mukaddeme 3

ile izdiham

Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde 1963 yılından 1980 yılına kadar 27 Mayıslarda 30 Ağustos Zafer Bayramı ile eş tutularak kutlanan bayramın adı “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” idi. Adıyla sanıyla neyin nesiydi bu bayram? Kime, neyi faş etsin diye isimlendirilmişti? Acaba neler olmuştu, kim ne yapmıştı da esaretten milletçe kurtulunmuş ve hürriyete kavuşulmuştu? Doğan gün kimin günüydü? Ülkemiz çetin olsun, sallapati olsun bir siyasî mücadelenin neticesinde nihayet bir anayasaya mı kavuşmuştu? Yoksa bu bayramı ihdas etmekle birileri birinci ve ikinci Meşrutiyetin siyasi tarihteki yerine tasallut mu etmiş oluyordu? 1961 Anayasası’ndan öncekilere (meselâ 1924) anayasa demekle hata mı işlemiştik? Bu bayram dolayısıyla Türk milletinin omurgasına darbe indirmekten kimin yarar umduğunu sormak durumunda sübut ediyoruz.

Hangi millet olursa olsun milletlerden birinin omurgasına darbeyi elbette diğer bir millete mensup olanlar indirecektir. Millî varlık ne vesileyle bahse konu edilecekse darbe yiyen milletin adını da, darbe vuran milletin adını da öğrenmeliyiz. Tarih derken darbe indiren milletle darbeye maruz kalan milletin isimlerinin işitilmesine müsaade etmeyen gücü mü kast edip etmediğimiz çok önemlidir. Tarihin bilhassa modernliği ihata eden anlamı içinde “darbe yiyen omurga” hadisesini hesap dışı tutarak bir milleti diğerinden ayırt etmek mümkün olamadı, olamıyor, olamayacak. Başvekil Adnan Menderes başında bulunduğu hükümetin bir darbeye maruz kalacağı ihbarına muhatap olunca buna aldırmadı. Çünkü böyle bir şeye ihtimal vermiyordu. Haberi getireni tersledi ve ona “Bizim ordumuz müstemleke ordusu değildir” dedi.

Türk ordusu İstiklâl Marşı’nı talep eden, böyle olduğu için de İstiklâl Marşı’nın ithaf edildiği kahraman ordudur. Bu ordunun kendi devletini tahrip etme ihtimali nasıl o zaman sıfır idiyse hâlâ sıfırdır. Çünkü Türk ordusunun bırakın müstemleke ordusu olmasını, arzın hiçbir köşesinden müstemlekeciliğe nefes aldırtmayan bir başka ordu çıkmamıştır. Seferberlik sırasında ve nihayetinde müstemlekeciliğe direnç gösteren herkes orduda “Peygamber Ocağı’nda” yekdiğerini buldu. Türk toprakları istimlake uğrama belasından kurtulduysa bunu tepeden tırnağa kahraman Türk ordusuna borçludur. “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi”.

Yukarıdaki cümlelerin günümüz şartlarında kimilerine anlamsız, kimilerine de gülünç geleceği aşikâr. Ben bunu bilerek mezkûr cümleleri günümüz şartlarını içine sindirmiş olanlara düşmanlığımı izhar kastıyla yazdım. Zamana uyularak Türk ahlâkının rafa kaldırılmasına göz yumulduğu ölçüde Türk milletinin düşmanı olunur. Mesuliyetimiz bizim yalnızca gözlerimizi değil, beş duyumuzu, duyularımızın da ötesindeki kavrama yetimizi olan bitendeki tuhaflığa çevirmeğe icbar ediyor. Gündelik hayatımıza bakalım bakılacak yeri kaldıysa: Bizatihi kendimiz kimlerin Türklüğünü tuhaf karşılamaktayız? Türklük hadisesini kafaya takmamıza kim (Tarihin kendisi mi?) engel oluyor? Kimleri tuhaf bir Türk olmak rahatsız ediyor ve kimler her dönemde ahaliyi “koyuver sarhoşu yıkılana kadar” politikasıyla meşgul ediyor?

Bu suallerin ciddiyetinden tarih sahnesine çıkmakla Türk’ün ne iş gördüğünü bizlerin öğrenmesini temin edecek izleği istihraç edeceğiz. Ciddiyet mesuliyet demektir. Eğer kendimizi görev üstlenecek seviyede görüyor isek böyle bir izleğe acilen muhtacız. Kimiz ihtiyaç sahibi bizler? Bizler istifadeyi milletin omurgasına darbe indirmekten sağlamadığı kadar bizler olanlarız. Türk olmaktaki tuhaflığı gidermek isteyenler konumuna müşteriyiz ve ne kadar var isek, hepimiz Türk milletine hayırlı bir gelecek niyaz edenlerden ibaretiz. Hayrı Dünya Sistemi’nin sunduğunda aramadığımız için çoğunluğu teşkil etmiyoruz. Hem yerküre sathında, hem de Türk topraklarında azınlık denemeyecek kadar az sayıdayız. Hayat tecrübem beni bundan emin kıldı. Azlığımız bizi takatsiz bırakmıyor; değerimizi çoğaltıyor.

Buna mukabil veya bunun farkını hissederek senin hayat tecrüben sana kalsın, beni o derde bulaştırma diyorsanız benim varlığımla kendi varlığınız arasındaki pürüzlü sahayı işaret ediyorsunuz. Ben ömrümü şiire emek vererek geçirmek suretiyle bir dereden su içen iki keklikten biri olma zehabına kapıldım. O iki keklikten dertli olanının rolüne münasip kılındığım takıntısı var bende. Eğer benim yazmağı seçtiğim konu tersinden de olsa edebiyat tarihi ise lâfı döndürüp dolandırıp ve/veya evirip çevirip kendime getirmem zaruret icabıdır. Çünkü “Dertli keklik dertsizine dert açar”. Yazdıklarımı okuyup da benim derdime bigâne kalan arasında bulunan pürüzlü sahada ne kadar pürüz varsa bunların hepsini ya şiir, ya komünizm veya İslâm peydâ etmiştir. Makbul, geçerli, yürürlükteki edebiyatın içinde bu üç şeye mevcudiyetini borçlu bir İsmet Özel var mı? İsmet Özel’in yazdıkları edebiyatın içinde kabul edilmeli midir? Olanca gayrete rağmen edebiyatın dışına atılamayan birinin tuttuğu yer hakkında herhangi bir fikir serdetmeğe gerek var mı?

İsmet Özel, 26 Ekim 2018, İstiklal Marşı Derneği Sitesi

İZDİHAM