10 Mart 2016

İsmet Özel-Cemil Meriç Tartışması

ile izdiham

Sekinetten çok, meskenete benzeyen bir durgunluk. Sönmüş bir yanardağ mı, herhangi bir kaya parçası mı, bilemiyorum. Ayırıcı vasfı: müeddep olmak. Özel, 12 Mart öncesinin şımartılmış bir şairi, eski bir Marksist. Marksizm’den İslamiyet’e atlamış. Entelektüel bir tecessüs mü, dar bir dünyadan müphem hudutları meçhul ufuklara taşmak ihtiyacından mı, bilmiyorum.

İbn haldun konferansımı dinlemek için Ankara’dan İstanbul’a geldi. Kısa sürdü balayımız. Bir miktar sekreterliğimi yaptı. Aliénation üzerine yazıları çıkıyordu. Spekülasyonlarına muhteva kazandırmak için Calvez’vi okuttum. Anlamıyordu. Hayli tercümeler yaptım. Tape edecekti, isteksizliği yüzünden Calvez’yi bıraktık. Belki daha cazip gelir diye Lamennais’yi çıkardım sahneye. İki üç seans dayandı. Aramızda buzlar vardı. Eski şair, mutlak hakikati bulmuştu. Ben, arayış içinde idim. bununla beraber oldukça müsamahakâr davrandı. Yeni devir’de iki yazısına konu oldum. Sonra, geldiği gibi kayboldu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, bilmiyorum.

Siyasal bilgilerden dil-tarih’in Fransız filolojisi bölümüne geçen Özel, her iki dünyaya da yabancı kalmıştı. Bir zaman aynı otobüste yolculuk ettik. Tanışmak için ciddi bir emek harcadığımızı söyleyemem. Sonra Yeni Devir’den ayrıldı, üç beş arkadaşı ile Yeryüzü yayınlarını kurdular. Şimdi devlet Konservatuarı’nda Fransızca hocalığı yapıyormuş. Rimbaud’umuzu nasıl bir istikbal bekliyor, kestiremem. Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızcayı ancak tefeül yolu ile sökmektedir. Sol, Nazım’a rakip diye alkışladığı Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu. Sağ, hiçbir zaman benimsemedi. Bu sağır kubbelerde hoş bir seda bırakabilecek mi? wait and see. (jurnal 2, sf. 300)

İsmet ÖZEL’in Cemil MERİÇ’e Cevabı;  Bunlar İsmet Özel’i değil, Mustafa Özel’i tasvire müteveccih sözler.

Cemil Meriç’in Jurnal-2’sinden iktibas edilmiş ve ismetozel.org’da da “Hakkında Yazılanlar” bölümünde yer alan bir metin dolayısıyla benim, (İsmet Özel’in) hakkımda söylediklerini konu etmek istiyorum. Bunu enikonu “ego-centric” olduğumdan dolayı değil, bu aydınlatmadan Türkiye’deki despotizm hakkında bir şey öğrenilebileceğine inandığım için yapıyorum. Bize kimlerin hangi gözle baktığını umursamazsak dernek olarak yerimizi hayalî bir alana taşırız. Bize bakan gözdeki miyopluk, hipermetropluk derecesi de anlaşılmaya ve yerine tevdi edilmeye değer bir şeydir.

 Cemil Meriç’in adını, onun Hint Edebiyatı adlı bir kitap çıkarması vesilesiyle 1964 yılında duydum. Kitap, Dönem Yayınları’ndan çıkmıştı. Dönem Yayınları, faaliyetine Dönem dergisi el değiştirdikten sonra başladı. Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar. Bu üçü Dönem adında bir dergi çıkarmaya karar vermişler. 1963 yılının Ekim ayında yüksek bir asalet çizgisinin Türk edebiyatında esas alınmasını özleyenler hangi yaşta, hangi meşrepte olurlarsa olsunlar dergiyi heyecanla karşıladı. Yazdıkları dikkat çeken iki eleştirmen bir şair, bu üçü bir dergi çıkardılar. Türk edebiyatının bir şekilde ana damarını temsil etmeye dönük bir tavırdı bu. 27 Mayıs 1960 sonrasında resim ve müzik de dahil olmak üzere, sanat alanında hakimiyet kuran, kinizm, dalkavukluk, fırsatçılık, karşısında bir hareket olduğu besbelliydi.

Dönem dergisini çıkaralar saf edebiyat yapmaya mütemayil insanlardı. Derginin çok demokratik bir işleyişi vardı. Dergide ne yayınlanacağına oylama ile karar verirlerdi. Üç kişiden ikisinin oyunu alan yazı veya şiir dergiye girerdi. Derginin orta sayfasında dikkati üzerine çekmek istedikleri genç kabiliyetleri takdim ederlerdi. Beşinci sayıda, benim için başkalarından biraz farklı şekilde takdim yapıldığını hatırlıyorum. Sonradan, dergi henüz bir senesini bile doldurmamışken, ne olduysa oldu Dönem Dergisi el değiştirdi. Yeni haliyle Dönem dergisinin asli çizgisinden artık eser yoktu.

Cemil Meriç’in kitabını yayınlayanlar, bu yeniler kimlerse, onlardı. Derginin aslı çizgisi derken bunun siyasi bir boyutu olduğuna da işaret etmek istiyorum. Nasıl? Bu dergi, 10 Kasım’da Atatürk sayısı çıkarmayan ilk edebiyat dergisidir. O zamana kadar aylık dergiler, Kasım sayılarını Atatürk’e hasrederlerdi. Dönem dergisinin Kasım sayısının birinci sayfasında çerçeve içinde şu yazılıydı: “Büyük Atatürk’ü saygıyla anıyoruz”. Bu kadar. Başka bir şey yoktu. Bu açıdan bazılarına çok ilginç gelmiş olmalı bu dergi. İlk defa onlar yapıyorlardı bunu. Derginin niçin el değiştirdiğini bilmiyorum. Bildiğim şey derginin el değiştirmesinden sonra ne edebiyat bakımından başlangıç endişelerinin korunduğu, ne de siyasi muhtariyetinden herhangi bir iz kaldığıdır.
Cemil Meriç’i ismini ilk böylece duymuş oldum. Benim ihtidamın akabinde Cemil Meriç ismi “sağ” çevrelerde çok sık işitilir oldu. Konuşulanlar, Cemil Meriç’in Marksist bir tavrın dışında olduğu izahı yedeğinde konuşuluyordu. Cemil Meriç’in kendisi de bu konuda birçok şey yazdı. Bir şekilde adeta günah çıkarır gibi kendi solcu geçmişinden bahseder. “Hint Edebiyatı” kitabının 1964’te yayınlanmış olması, bizi Türkiye’de uzun vadeli çalışmaların belli çevreler nezdinde hiç ihmal edilmediği ikazına uğratması lâzımdı. Toplum olarak ikazlarla başımız hoş değil. İşaret okuyarak ilerlemek hassasiyetinden mahrumuz. Çünkü “terakki” kavramının islâmî anlamını yitirdik. Bizim için varsa, yoksa gâvurların terakkiden ne anladıklarıdır. Onu bari hakkıyla öğrenebilseydik. Belki o öğrendiğimizin ne işe yaradığı hususunda bir fikrimiz olurdu.

Ben henüz Ankara’da ikamet ediyorken, bir gün postadan adıma imzalanmış bir Cemil Meriç kitabı aldım. Büyük ihtimalle kitabın kapağında “Bu Ülke” yazıyordu ve Arabî’den bir alıntıyla imzalanmıştı. Bir süre sonra benim İstanbul’a taşınmamın akabinde, muhtemelen Yeryüzü Yayınları’nın ilgilileriyle birlikte, Cemil Meriç’i Caddebostan’da kaldığı bir sayfiyede ziyaret ettik. Yanımdaki insanlara Cemil Meriç isterse benim kendisine Fransızca okuyabileceğimi söyledim. Herkes gibi, Cemil Meriç’in gözlerinin görmediğini ben de biliyorum. Gayet safiyane bir niyetle, bir kültür adamına bir faydam dokunur, böyle bir katkım olur diye düşünüyorum. Ondan sonra, onun bu teklifimi memnuniyetle karşıladığını öğrendim. Kafamı işgal eden tasavvurların mühtediliğimle ne kadar sıkı bir ilişkide olduğu fikrinden bugün de kopmuş değilim. Haftada bir gün Cemil Meriç’e gidip Fransızca metinler okudum. Benim aklımdan geçen ve yaptığım tamamen buydu. Ama biraz sonra okuyacağım metinden dolayı, hep birlikte göreceğiz ki, Cemil Meriç başka türlü algılamış olan biteni. Bu ziyaretlerin sonucunda içine girdiğimiz işten ne bana ne de Cemil Meriç’e bir yarar sağlanabildiğini fark edip 1978 yılının Kasım ayında Oruç Özel’in doğumunu bahane ederek ayağımı Cemil Meriç’in çevresinden çektim. Olay bundan ibaret. Haftada bir gün, taş çatlasa, üç ay boyunca gitmişimdir Cemil Meriç’in evine. Fenerbahçe’de oturuyordu o sıra. Her hafta ben ona Fransızca okur, daktiloda temize çekmek üzere notlar alırdım. Vakit dolunca, onun Fener yolunda bir arkadaşına, kolkola, konuşa konuşa giderdik. İlk gidişimizde daire kapısına kadar çıkardım. Daha sonra hep bahçe kapısında ayrıldık.

Ama şimdi bakın dünyada neler oluyor. Jurnal 2’de yer alan metnin birinci cümlesi bir sehiv. Cemil Meriç’in notlarını yayına hazırlayanların bir sehvi. Bunu Mustafa Özel bir yazısında belirtti; ama kimse dikkate almadı. Mustafa Özel ile aynı soyadı taşıyoruz. Herhangi bir kan bağı, bir akrabalık sebebiyle değil. Jurnal 2’de yer alan metnin birinci cümlesinin benimle hiçbir alakası yok. Devredeki Mustafa Özel. Benimle ilgisi olmayan cümle şu:

“Sekinetten çok, meskenete benzeyen bir durgunluk. Sönmüş bir yanardağ mı, herhangi bir kaya parçası mı, bilemiyorum. Ayırıcı vasfı: müeddep olmak.”

Bunlar İsmet Özel’i değil, Mustafa Özel’i tasvire müteveccih sözler. Bunların Jurnal’e kaydedilmesinden, şunu da anlıyoruz ki, Cemil Meriç notları kayda geçerken başkalarından “göz” yardımı alıyor. Çünkü Mustafa Özel’in bu derecede müeddep durduğunu onu ancak ışık altında görenler fark edebilir. Değil mi? Demek ki Cemil Meriç yazdıkları şeyleri yazarken çevresindekiler işin hep içinde. Birisi ona “çok müeddep görünüşlü” demiş olması lazım. Benim Cemil Meriç’e gitmemden yıllar sonra Mustafa Özel’in düzenli olarak Cemil Meriç’in evine gittiğini biliyorum. Hatta benim edebiyat çevresinde epey yankı uyandıran “Şairler Intellectin Pençesinde” yazım yayınlandığında, Mustafa Özel yazıyı, Cemil Meriç’e okumuş. Onun için biliyorum. Mustafa Özel, benim yazımın kenarına Cemil Meriç’in ağzından çıkanları not etmiş. Bu notlara şöyle bir göz gezdirdiğimde -gelip bana göstermişti- bunların hemen hepsinin menfi hükümlerle yüklü olduğunu görmüştüm: Nitekim, ondan sonrası o alınan notlara paralel gidiyor:

“Özel, 12 Mart öncesinin şımartılmış bir şairi, eski bir Marksist.”

Bu söylenenler benim yazı hayatımla hiç alakası olmayan bir şeyi ifade ediyor. Böyle bir şeyi nereden… Neyse. Eski bir Marksist… Bu da enteresan bir şey.

“Marksizm’den İslamiyet e atlamış.”

Nasıl olduysa… Tramplen olabilir. Bu atlamayı ben anlamadım.

“Entelektüel bir tecessüs mü, dar bir dünyadan. müphem, hudutları meçhul ufuklara taşmak ihtiyacından mı, bilmiyorum.”

İsmet Özel atlamış atlamasına ama merak ettiği için mi, entelektüel bir tecessüs mü? Dar bir dünya demek ki Marksizm oluyor. Müphem oluyor İslam niyeyse? Hudutları meçhul bir ufuk oluyor… Taşmak ihtiyacı… yada dar bir dünyadan taşıyorsun İslamiyet’e atlıyorsun. Enteresan bir şey.

“İbn Haldun konferansımı dinlemek için Ankara’dan İstanbul’a geldi.”

Böyle bir şey olabilir, ben Ankara’dan İstanbul’a Cemil Meriç’in konferansını dinlemek üzere gelmiş olabilirim. Cemil Meriç bundan bir kıdem, bir rütbe, bir faiklik çıkarıyor. Oysa ben böyle şeylerden rahatsızlık duyacak bir insan hiç olmadım.

“Kısa sürdü balayımız.”

Nereden geldik şimdi buraya? Ben bu zatın konferansına geliyorum, hemen birlikte balayına çıkıveriyoruz? (gülüşmeler)

“Bir miktar sekreterliğimi yaptı.”

Bu kadar, bravo yani. Aslı olsaydı, bu da bence hoş bir şey. Dünya edebiyatında böyle şeyler vâkidir. Ezra Pound, William Butler Yeats’in sekreterliğini yapmıştır. Üstelik, bu iş için muhtemelen para da almıştır.

“Aliénation üzerine yazıları çıkıyordu.”

1978’de basılan Üç Mesele’de… Benim bir “aliénation” yazarı olduğum söylenemez.

“Spekülasyonlarına muhteva kazandırmak için Calvez’yi okuttum.”

Calvez diye bir papaz var, Marks’ın yabancılaşmasına çok önemli metinler üretmiş birisi.

“Anlamıyordu.”

Bana Calvez’i okutmuş, fakat ben anlamıyormuşum.

“Hayli tercümeler yaptım. Tape edecekti, isteksizliği yüzünden Calvez’yi bıraktık. Belki daha cazip gelir diye Lamennais’yi çıkardım sahneye. İki üç seans dayandı. Aramızda buzlar vardı. Eski şair, mutlak hakikati bulmuştu.”

Buzlar neden anlaşılıyor. Ben şimdi neden eski şair oluyorum? Onu anlamak zor.

“Ben, arayış içinde idim.”

Ben, hakikati bulmuşum, o arayış içinde olduğu için aramızda buzlar var.

“Bununla beraber oldukça müsamahakâr davrandı. Yeni Devir’de iki yazısına konu oldum.”

Ben, Yeni Devir’de yazdığım iki yazıda Cemil Meriç’ten övgüyle söz etmiştim.

“Sonra, geldiği gibi kayboldu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, bilmiyorum.”

Burada benim biyografime ilişkin yanlışlar var:

“Siyasal Bilgiler’den Dil-Tarih’in Fransız Filolojisi bölümüne geçen Özel, her iki dünyaya da yabancı kalmıştı.”

Ben Dil-Tarih’te okumadım. Hacettepe’de Fransız Filolojisi’ni bitirdim. Her iki dünya derken SBF ile DTCF’yi kastetmiyor.

“Bir zaman aynı otobüste yolculuk ettik.”

Bunu da anlamak zor. Aynı otobüse nasıl binmişiz. Balayında olmalı. (gülüşmeler)

“Tanışmak için ciddi bir emek harcadığımızı söyleyemem. Sonra Yeni Devir’den ayrıldı, üç beş arkadaşı ile Yeryüzü Yayınlarını kurdular. Şimdi Devlet Konservatuvarı’nda Fransızca hocalığı yapıyormuş. Rimbaud’umuzu nasıl bir istikbal bekliyor, kestiremem.”

Eski şair ne zaman, dönüp Rimbaud oldu? Onu da biz kestiremiyoruz. Arthur Rimbaud’nun bir özelliği şu: Onbeş yaşında şiir yazmaya başladı, yirmi yaşında bıraktı. Bu beş senelik şiir macerası dünya şiirinde bir yön değişikliği demektir. Bu tabi önemli bir şey. Rimbaud’nun Müslüman olarak ölüp ölmediği uzun uzun konuşulur. Çünkü ablasının kollarında ölürken son sözlerinin “Allah Kerim, Allah Kerim” olduğu, söylenmiş, sonra geri alınmıştır. Rimbaud’nun babası çocuklarını annelerinn başına bırakıp gitmiş. Galiba Cezayir’deki askerî görevi sırasında Fransızcaya Kur’an tercüme etmeye başlamış. Şimdi dikkat ediniz: “Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızca’yı ancak tefeül yolu ile sökmektedir.”

Benim Türkçem yokmuş, Fransızca’yı da “olsa olsa şu demeye gelir” şeklinde anlıyormuşum.
Kimin Türkçesinin ne kadar olduğu ve ne vaziyette olduğu, ihmale gelmez bir husus. Kimin bir yabancı dile ne kadar hakim olduğu da o derecede önemli. Fakat bu ikisinden daha önemlisi, “lisan” konusunda hakem tayininin kimin uhdesinde bulunduğudur.

“Sol Nazım’a rakip diye alkışladığı Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu.”

Ben Eskişehirli neden oluyorum? Benim adımı ilk defa Ahmet Kot’tan duymuş olmasının doğurduğu bir sonuç olsa gerek.

“Sağ, hiçbir zaman benimsemedi. Bu sağır kubbelerde hoş bir seda bırakabilecek mi? Wait and see.”

Hakkımda söylenenlere dayanılarak hakkımda söylenmiş bu sözleri size niye okudum? Şunun için: Bunların hepsi Millî İstibarat Teşkilatı’na değilse, ona benzer bir resmi kuruluşa hakkımda verilmiş bir rapordan kesitlerdir sadece. Daha doğrusu devletin bir kesiminin, bir zamanlar beni nasıl gördüğüdür. “Gördüğü” kelimesi yerine oturmayabilir. Belki de bu sözler, “Nasıl görmeli?” sorusuna verilmiş bir cevaba denk düşüyor.

Devlet kuruluşlarının mutemet elemanları, görmekten ziyade “Göstermeye” özen gösteriyor. Cemil Meriç “Sol çoktan unuttu, sağ benimsemedi”, derken hem görmeliyi, hem göstermeliyi hesaba katıyor.

Ben Cemil Meriç hakkında, çizgisini destekleyen iki yazı yazmışım o günlerde. Neden? Çünkü benim, kürsüden veya kadrodan mahrum edilme diye bir derdim yok. Ama bu insanlar işte böyle şeyler yapıyorlar, bunun niçin yapıyorlar? Bunun keşfi çok önemli bir şey.

İZDİHAM