6 Mart 2022

Hüseyin Hakan, Dokunma ki İyileşsin

ile onurkorkmaz

Öğleden sonra Ayten geldi. Geçerken uğramış. İsyan eder gibi çalan zili duyunca kapıyı ben açtım. Bütün sevimsizliğiyle Ayten’di gelen. Ruhuyla uyumsuz gömleği ve elle tutulur nefretiyle gözlerini üzerime dikti. “Geçerken uğrayayım dedim. Müsait mi içerisi?” Karşılama ekibinde olduğumu ve evin müsaitliğini benden öğreneceğini bildiği halde umursamadı. Sorduğu soruyla beni eledi, arkamdaki boşluktan evin içerisine doğru savurdu sesini. Birbirimizden haz etmediğimizi ikimiz de biliyoruz. Birbirinden haz etmeyen iki insan gibi nefretin aramızda gezinmesine razıyız. Bildiğimiz halde bilmiyormuş gibi davranmanın verdiği tuhaf hazza da ikimiz de açığız. Ne var ki böyle durumlarda rutin bellidir: nefret eden de nefret edildiğini bilir; nefret edilen de nefret ettiğini pek âlâ bilir falan filan.

            Ağzımın içerisinde evirip çevirdiğim, bir şekle sokup Ayten’e savuramadığım cümlelerimi gerisingeri yuttum. İçeri buyur ettim. Buyurdu. Kazandığı zaferi orantısız vücuduna dağıtarak salona geçti. Onu görünce yayıldığı yerden doğruldu babam. Masada ölgün duran çayına uzandı. “Bırak babacığım, bırak! Diriltip diriltip öldürüyorsun zaten.” diyemedim. Onun yerine “Tazeleyeyim onu ben. Sen de ister misin Ayten?” dedim. İstermiş. Aile saadetimize biriktirip getirdiği dedikoduları saçarak zeval veren şu kadına bir de çay ikram etmek için masadaki boşları kapıp söylenerek salondan çıktım.

            Her zaman sebepli yere söylenmem. Bazen olur olmadık şeylere de mırın kırın ettiğim olur. Birkaç yıldır iyice çoğalan binalardan fırsat kalır da uzakları izleyebilirsem olur mesela. Cama çarpıp duran arılar, sinekler kızdırır beni. Acemice uçuşup cama çarptıkları halde iddia ve inadıyla saç baş yoldurdukları için kıl olurum. Hadi biz kusurluyuz, hadi biz kendimize engeliz deyip öfkelenirim. Onlara n’oluyor? Çırpındıkça battığımız dünyayı terk edemeyişimizin yanında basit bir engeli aşamayışları sinirime dokunur. Sıklıkla ellerime alıp her nereye gitmek istiyorlarsa gitsinler diye dışarıya taşımak geçer içimden. Sonra çabucak vazgeçerim. Kendi hayatıma dokunayım derken iyice batırdığım türlü işleri hatırlarım. Aynı bahtsızlığı hayvancağızlara bulaştırmaktan korkarım. “Bu ellerle,” derim, “işte bu ellerle mahvettin hayatını!” Dokunmam hiç. Gözümün önündeki sersemliği izleyip bencilce bir hazza kapılırım. Ayten’i izlediğim gibi.

            Elimdeki tepsiyle içeriye döndüğümde babamla Ayten koyu bir sohbetin ortasındaydı. Annem de vardı. Önlerine çaylarını bırakıp ben de yerime geçtim. Huzursuzluğum havaya karışıp annemin burnuna doluşmuş olacak ki bir ara göz göze geldik. Her hüsranımda onun omuzlarına yıkıldığımdan, en güzel yalanları kendime uydurup önünde sonunda ona döküldüğümden un ufak oluşuma annem şahitlik ederdi. Israrla bakışlarını üzerime sabitledi. Israrla görmezden geldim. Eksiğim anne! Bir ulağın ellerinde uzunca yol gitmiş, muhatabıma varmış, okunmuş ve cevapsız bırakılmış mektup gibiyim! Tesiri kalmamış duayım! Virgülden sonrasını kendisi bile umursamayan bir sayıyım ben, anne! Bakma ki iyileşeyim!

            İyiyim yalanını anneme kırptığım samimiyetsiz bir gözle emanet ettiğimde Ayten de babama hararetle bir şeyler anlatıyordu. Bacak bacak üzerine atmış, pür dikkat kesilip bizi de anlattığı olaya dahil etmeye çalışıyordu. Anladığım kadarıyla Deli Yusuf’un bir anda ortadan kayboluşunu anlatıyordu. Daha doğrusu, anlamamak için ısrarla direndiğim fakat her kelimesinde aynı girdaba yeniden kapıldığım kayboluşunu. Bir aralık başım döndü. Ayaklarımın altındaki zemin çekildi. Toparlandım hemen. Araya karışıp şaşırmak, üzülmek, nasılını bildiğim halde ilk kez duyuyormuş gibi abartılı tepkiler vermek için sorular yöneltmek istedim.  Başaramadım. “Kimseler olayın üzerinde çok durmadı. Çabuk unutuldu.” dedim. Annemle göz göze geldik yine. Babam kaldırmadı başını. Masanın üzerinde ölmeye bıraktığı çayına dalıp gitmişti. Yusuf yoktu.

            Geçtiğimiz pazar günü bir telaş dağıldı mahalleye. Esnaftan avaresine, meraklısından Ayten’ine kadar herkesin dilinde Yusuf’un ortadan kaybolması vardı. Yere düştükten sonra çil yavrusu gibi ortalığa saçılan taneler neyse bu haber da öyleydi. Deli Yusuf, görünmüyordu. “Yarım akıllıydı çocuk. Bir yerlerde düşüp kalmış olmasın mı?”, demişti Mithat Abi. Bir mahalle berberinin işitip savurabileceği en iyi çıkarımdı bu. Geciktirmeden itiraz etmiştim: “Daha neler!” Daha neler!.. Kimseye bir zararı dokunmayan, gördüğü her kişinin gözlerine doğru parmaklarını uzatıp ortamdan uzaklaşan zararsız bir meczuptu o. Buradan başka bir yere gitmez, hadi gitti diyelim, çok kalmadan yine buraya dönerdi. Bunu herkes de iyi bilirdi. “Bir yerlerde takılmıştır abi. Döner elbet.”, dedim. Bakkala, avareye, mahallenin gençlerine, üç numaradaki meraklı Hicret’e, Ayten’e bile aynısını dedim. Elbet döner. Dedim ve önce kendim inanmak istedim. Hazır bu konu yalnızca mahalle eşrafı arasında önemliyken bir an önce cılızlaşıp kapanmalıydı. Mideme saplanan bıçakları daha fazla taşıyamazdım. Hızla ayrılırdım yanlarından. Uzağa, lüzumsuz bir toprak parçasına atardım kendimi. Dibinde ağlayıp zırladığım ağacın olduğu yere. Yine.

            Kimsenin uğramadığı, benim de ancak türlü meşakkatleri göze alıp geldiğim izbe bir yerdi burası. Toplasan yirmi ağacın ancak olduğu ve onların da geleni gideni kalmadığından hürmeten ayakta dikildikleri bir yer. Mahalleye yüz yirmi sekiz ağaç, dört sokak, iki polis karakolu ve bir de hastane uzaklıkta. İçimin içimi yediği bir anda saymıştım bütün bunları. Huzursuzluktan tırnaklarımı paramparça ettiğim günlerde. Azabım böyle başlar benim. Önce inceden bir sıkıntı kaplar içimi sonra giderek yayılır her tarafıma. Birer ikişer kırılır uzuvlarım. Parmaklarım, göğsüm, kalbim, bacaklarım, idrakim, takatim… Birer birer kırılır. En sonunda hep birlikte kırılmış bir şeye dönüşürüz. Çünkü Yusuf ortada yoktu.

            “Sende var bir şeyler.” demişti annem. Ayten’in evimizde olmadığı nadir günlerden birsinde. Beceriksiz bir arıyı izliyordum. “Neyin var, anlatsana!” diye üsteledi. Anlatsaydım dinlerdi, biliyorum. Hem de ne güzel dinlerdi. Ben de ne güzel anlatamazdım ama! “Yok bir şey anne.” dedim. “Yusuf’a sıkıldı canım.” Doğruyu söylemiştim fakat eksik bir şeyler hâlâ vardı. Kafamın içinde korkunç bir uğultu. Anlatamadığım her şey içimde birikirdi o anlarda. Göz kapaklarımın arkasında tamamlanırdı. Canım sıkılırdı. Babamın da canı epey sıkılmış bu konuya. Annem söyledi. Kimse üstünde durmayınca birkaç dostuyla aramaya çıkmışlar. Sonuç alamayınca geri dönmüşler tabi. Biliyordum aslında. Ayten öyle gereksiz bir ciddiyetle anlatırken babamdaki çaresizlikten belliydi. Umudunu kesmişti. İnsanın duygularını bıraktığı yerde bulamayışındaki hüsrana benziyordu durumumuz. Hiçbir şey olması gerektiği yerde olmaz ya bazen. Ne öfke kalpte ne pişmanlık. Mideyle göğüs boşluğu arasında bir yerde inanılmaz bir kuruluk. O sıralar, hepimiz kendimizi her nerede bıraktıysak orada bulamıyorduk.

            “Biraz nefes almam lazım anne. Boğulacak gibiyim.” deyip attım kendimi dışarıya. Hastaneyi, iki karakolu, dört sokağı ve yüz yirmi sekiz ağacı geçip kendimi ağacın gölgesine bıraktım. Bütün gücümle öğürdüm. Ağzıma alamadığım her lokmanın yerine midemin sarı sıvısını kustum. Kirlettiğim toprağa çöktüm. Yusuf yoktu. Dünyanın gözüne sokamadığı parmağını insanların gözüne sokan Yusuf artık yoktu. Tek başıma geldiğim günlerden birisinde başka ayak seslerinin de varlığını hissetmiştim. Yusuf yoktu. Korkum yumru gibi oturmuştu göğsüme. Yusuf yoktu. Takip edilmiş olsam anlardım ama takip değildi. Benden önce gelmişti oraya. Yusuf yoktu. Karanlığı ortadan ikiye bölen gözlerini yüzüme, gözlerime, omuzlarıma ve inip kalkan göğsüme dikmişti. Bir anda oldu her şey. Avazım çıktığı kadar bağırmak istemiştim. Elleriyle ağzımı kapatıp bütün ağırlığıyla üzerimdeydi. Korktum. Yusuf yoktu. Bağırıyordu. Kötü birisi olmadığını söylüyordu. Kötüydü! Çok kötüydü! Sesler birbirine, toprağa karışmıştı. Çırpındığım yerden elime geçen kaskatı şeyi başının arkasına indirmiştim. Gürültü kesilmişti. Kötülük bitti. Nefes nefeseydim. Avucumdaki taşı bırakmadım. Diğer elimle üzerimdeki gölgeyi savurdum. İlk kez orada göz göze geldik Yusuf’la. Kımıldamadan, kanlar içinde yatıyordu. Yeryüzünün bütün yükleri üzerime birikmişti sanki. Çığlığımı ve hıçkırıklarımı iki elimle ağzıma tıkadım. Ağladım. Çok ağladım.

            Geberinceye kadar kustuğum bu toprağın altında Yusuf var. Anlatabilsem ne güzel dinlersin, biliyorum anne. Bende de ne güzel anlatamam ama!

Hüseyin Hakan

İZDİHAM