23 Kasım 2020

Hüseyin Hakan, Distopyalar ve Kuşku Çağına Yeniden Bakış: Çevrimiçi Toplum

ile izdiham

Bir aksilik olmazsa, özellikle pandemiyle birlikte iyice dijitalleşen çağımızda -ki ben buna kuşku çağı diyeceğim, kuşkularımızı nasıl yönlendireceğimizi, şikâyet kültüründen sıyrılıp çözüm kültürüne geçmenin yollarını anlatacağım. Bu anlatı temelde pre-pandemi döneminden başlayıp elbirliğiyle inşa edeceğimiz ya da yıkıma uğratacağımız gelecekteki bir noktaya değin sürecek. Eğer sorunu yeteri kadar kavramsallaştırıp algılarsak, bir çıkış yolu, bir refleksif tasavvur, Platoncu bir ifadeyle kendimize bir “mağara” çizebiceğiz.

Son zamanlarda hemen her mecrada duyduğumuz bir anlatı var: distopyalar. COVID-19’la birlikte iyice harlanan bu anlatı, gerçek yaşamla dirsek hizasında bulunan neredeyse bütün disiplinler tarafından kurcalanıyor. Sorulan soru basit: Giderek muallak, kaos dolu, kendisini tüketen bir düzene doğru mu gidiyoruz? Bu ve türevi kuşkular kendisini distopya kurguları üzerinden var ediyor. İlginçtir, var ederken de yok oluyor. Diğer yandan tesirini hep birlikte yaşadığımız bu çağda, insanların yaşam formlarından kısarak evlerine döndükleri gerçeğini gözardı etmezsek, duyulan kuşkunun kaynağında yaşamın sona ermesi değil, yaşarken tüketilenlerin zaman aşımına uğraması biraz daha ön plana çıkıyor. Yani insanlar gözle görülmeyen bir tehditten pek tabi kuşkulanıyorlar, fakat daha da belirgini, sosyal yaşamlarındaki devinimin bir daha ne zaman yerli yerine konulacağından emin olamıyorlar. Endişe, burada yakamıza yapışıyor. Çünkü endişe, bu çağın taarruzu karşısında geliştirebildiğimiz birkaç savunma mekanizmasından bir tanesi. Diğer bir mekanizma ise ideolojiler. Yanin ya endişe duyup refleksler geliştireceğiz ya da ideolojilerin sapağında, kendi içimizde tutarlı fakat küresel olarak tutucu birer hayalete dönüşeceğiz. Edebiyatseverlerin bir çırpıda hatırlayacağı “distopyaların dört kutsal kitabı” olarak da kabul edilen Orwelci “1984”, Zamyati’nin “Biz”, Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” ve Bradbury’nin “Fahrenheit 451” kitapları da tam olarak söz ettiklerimiz üzerinden bir anlatı geliştirdi. Sorumuz ise daha basit: Burada neler oluyor?

Distopyalar ve ütopyalara geri döneceğiz. Şimdilik bir başka temellendirme olması açısından günümüzü, şu çağı, olanı biteni konuşarak belki de yeni bir iddiayı savunmamız gerekiyor. Belki de ne distopyalarla ne ütopyalarla değil, absürt yeni bir dünyayla karşı karşıya kalıyoruz.

Bugünü konuşmalıyız. Postmodern dünyamızı.

Postmodern diyoruz bu çağa: Postmodern toplumlar çağı. Anlamalıyız ki “post” öneki, eklendiği kelimeye bir ferahlık atfederken kendisine de mehdîyet yüklüyor. Hangi kelimeye eklendiyse onu kendisinden kurtarıyor, daha iyiye, gelişmişliğe, ideal bir yaşam formuna kavuşturuyor. Olması murat edilen bu. Ancak görünen o ki “post” öneki, modaya kapılan, muallak ve belirsizliği ortaya çıkaran -fakat onu aynı ustalıkla gizleyen, geçiştiren ve bu geçiştirme esnasında bizleri de neler olup bittiğini anlayamaz hâle getiren bir dikte edici güçten başka şey değil. Kendinden iktidarlı bir anahtar. Hamaset olsun diye söylemiyoruz elbette, tarihin ve tarihin seyri içerisinde cereyan edenlerin verdiği yetkiye dayanıyoruz.

Tarım toplumlarının vazettiği ideal yaşam biçimi, insanların o ana değin görüp görebileceği en temel hak ve aidiyetleri sunarken bundan daha ideal bir başka yaşam pratiğini hayal etmek bile ihtimal dışındaydı. Ancak sanayi toplumlarının belirmesiyle birlikte tarım toplumlarının iddia ve ilanları tedavülden kalktı, deyim yerindeyse lağvedildi. Yeni toplum kodları sanayi endeksli şekillenerek daha gelişmiş, daha insancıl, tabiatla mücadele etse de savaşmaktan imtina eder gibi durdu. Yine de bilinen ve net olan bir şey vardı: insanlık, tarım toplumunu mumla arıyordu. Arayış henüz sonuçlanmamışken bu kez de sanayi çağını daha ıslah edeceği vaadiyle modern toplum tasavvuru yerleşti. Üç aşağı beş yukarı benzer vaatlerle gelse de belli zümreleri himaye edip geriye kalan herkese sanayi çağını aratan bu yeni söylem, şimdilerde son demlerini yaşadığını düşündüğüm postmodern çağla lağvolmak üzere. Çünkü “post” öneki, açıkça bir anksiyete hâlidir. Risk toplumunun tam ortasındayız. Uzun bir süredir her birimizin tikel korkular fakat küresel kuşkularla yaşadığı pandemi süreci risk toplumunun ortasında olduğumuzu yeterince iddia ve ilan ediyor. Bilinen en büyük yan etkisi ise korku. Kuşku çağında, risk toplumlarının kümelendiği yerkürede korkuyoruz, daha da kötüsü kimden, ne için ve ne kadar süreyle korkmamız gerektiği konusunda kimsenin bir fikri de yok. Risk, uzmanı olmayan fakat ontolojisiyle hepimizi korkutan bir cisim gibi. Bu noktada iki şeyi söylemek durumundayız: korkuyoruz ve bu korkunun cisimsizliği, mahallileşmemiş olması, zamandan ve mekândan münezzeh takılması bizleri ya endişelenmeye ya da ideolojik birer canlıya dönüşmeye mecbur kılıyor. Yetmiyor, tıpkı tarım, sanayi ve modern ve portmodern toplumların başına geldiği gibi, yaşadığımız kuşku dolu sürecin sonunda yeni bir yaşam formuna mı ulaşacağız? Şayet böyleyse, endişe içerisinde merak ediyoruz: olsa olsa biraz daha postmodern olacak yeni dünya düzenine ulaştığımızda, şu anki çağı da mum gibi arayacak mıyız?

Sınırların, güçlü devlet ve güçlü ordu söylemlerinin, risk uzmanlığının, sükûnet ve kimlik telkinlerinin cılızlaştığı; politikanın gecelik arkadaşlıklara benzeyen işleyişe dönüştüğü, sosyal devlet, temel hak ve özgürlükler noktasında sınıfta kalan günümüz toplumları tükettiği bunca şeyden sonra yeni bir dünyayı mı müjdeliyor? Absürt yeni dünyayı! Devasa bir laboratuvar olan, içerisinde milyarlarca deneğin olduğu bir laboratuvar… Risklerin, servet ve servet sahiplerinden de büyük olduğu bir acayip yaşam biçimi olan; kazananlar ve kaybedenlerle dolu şu anki dünyadan farklı olarak çok kazananlar ve çok kaybedenlerin olduğu Kuşku Çağını!

Ütopyalardan uzakta, distopyaların bile hayretle izleyeceği yeni bir mecburiyet düzeni…

Çünkü ütopya dediğimiz, aslında olmayan, kurgulanan toplum tasarıları demektir. Görür görmez “bırakın da yaşayayım” diyeceğimiz yerlerdir. Değişime kapalı, tek tip, muhafazakâr refleks gösterdiğinden -bana kalırsa, yavan ve sıkıcıdırlar. Kaldı ki olduğumuz noktadan bakınca ütopik bir gelecek inşası da epeyce kof bir inanç gibi duruyor. Zarafetin yüzeysel olmadığını savunan Coelho’ya ithafen, bilgelerin de önünde sonunda ihtilafa düşüp şöhret için olmasa da onur ve haysiyet için birbirlerine gireceklerini hatırlatmak isterim. Bilgeler bile, yani ütopyalar bile kendine içkin zarafeti gibi, yüzeysel olmamakla bile yıkılmaya yazgılıdır.

Distopyalara gelirsek, onlar uyarıcı ve dinamiktir. Ütopya ne değilse, distopyalar kısmen odur. Anti-tezidir ütopyaların. Otoritenin kırıldığı, totalitarizmin el değiştirdiği yerlerdir. Dolayısıyla gelecekte alacağımız konum, yaşayacağımız yer gibi öleceğimiz yerin de inşasından ibarettir. Nasıl ki bireysel olarak yaşıyor, toplumla var oluyorsak, aynı kanunla da öleceğiz ve bu dünyadan ayrılışımız distopik mi yoksa ütopik nüveler mi içerecek, bunu kovalıyoruz. Belki de absürt bir ölüm olacak sonumuz.

Sizi bilmem fakat ben ölürsem aklım bu dünyada kalacak. Bilhassa kitapların ve mezarların çok dışında ilerleyen, ideolojik aygıtların tekelinde kalan ve egoizmin eline teslim olan yanlış enformasyon çağında olağan bir ölümü özlüyorum. Kalbimden daha telaşlıyım. Absürt yeni dünyada delirmek bile bir imtiyaz değil, resmi kurumlarca edinebileceğimiz bir hak. Verili değil, edinilmiş bir durum. Oysa Ortaçağda, o karanlık diye yaftalanan çağda delirmek, tanrıların bile müdahale edemeyeceği bir güçtü. Oysa şimdi, muhtemelen gelecekte de delirmek, klinik onaylı bir sapma olarak kabul görmeyi sürdürecek. Yani bir hakikat daha binlerce gücün avuçları arasında sıkı sıkıya saklı kalacak. Tıpkı diğer hakikatler gibi: en iyi marka, en iyi yiyecek, en iyi haber kaynağı… En iyi, ama hep en iyi!

Verili veya edinilmiş edimler konusuna değinmişken şunları da eklemek gerekir. İnsana yönelik her hamlenin, fikrin, hislerin bile onun akıl-his-vicdan koalisyonunun tamamına isabet etmesi gerekir. Olmazsa, tıpkı kuşku çağında olduğu gibi, her bir hamle insanı yaralamaktan, kendisini veya başkalarını imha etmekten öteye gitmeyecektir. Üç boyutlu insan, akıl-his-vicdan boyutlarından bir tanesinin bile gözden kaçırılmasıyla tek boyutluya, akıl tutulması yaşayan organizma bütününe dönüşecektir. O zaman da tek boyut, tek düşünce, tek iddia ve tek nefretli insan safsataların kucağında “ya benimsin, ya toprağın” safsatasına kapılarak üçüncü bir hâlin imkânsızlığını merkezine alır. Yaşadığımız şu çağda bu safsataya kurban edilen insanların çetelesini tutmak rutin bir istatistiksel maharete dönüşüverecek. Öyle de oluyor. Daha da kötüsü, tek boyutlu insanın doyum ve haz eşiği de giderek esneyecek, birken iki, ikiyken sayısız farklı noktalara ayrılacak; tatmin araçları bir süre sonra kendisini yeni bir tirana dönüştürecektir. Bu, kaçınılmaz sondur.

Kendimizi var ettiğimiz tatmin araçlarına baktığımızda çağın lisanıyla konuşmak durumunda kalıyoruz: marka ve ikonlar, sosyal mecra, yapay kimlikler, lüks ve şiddet, antidepresanlar… Dinselin de tatmin noktalarının muğlaklığına kurban edilerek çözülmesi gibi, kendimizi var ettiğimiz bu araçlar da kişisel tanrılar edinmeyi, kendi çapımızda birer tebliğci olacağımız gibi türlü sıratı müstakimleri doğuracak, böylece çözülme dört başı mamur şekilde buharlaşacaktır. Günün sonunda elimizde avucumuzda kalacak onlarlar da ertelenip duran bir yüzleşmeden öteye gitmeyecektir. Böyle giderse, kuşku çağının kaygısı, ağzın koyu boşluğundan içeriye atılan bilmem kaç mg apranax’la çözülecek gibi durmayacak.

Sözgelimi, önceki dönem Filipinler Devlet Başkanı uzun ve kanlı bir isyanın ardından alaşağı edildiğinde, sarayını yağmalayan isyancılar, Ferdinand Marcos’un eşi ve aynı zamanda yolsuzluklarının ortağı da olan Imelda Marcos’un dolabında yüzlerce çift ayakkabıyı ele geçirdiler. İlk başlarda Imelda Marcos’un ayakkabılara olan tutkusu ile yorumlanabilecek olan bu durum, Marcos’un ilk birkaç çift ayakkabısını satın alırken geçerli olsa da sonraki onlarca, yüzlerce çift ayakkabıyı satın almasında yerini tiranlığa bıraktı. Haz ve tatmin duygusunun kaybolduğu, yeni renkler, modeller, lüks ve ikonlarla birlikte artarak nihayet onu bir ayakkabı fetişisti yapan durum işte tam da söz ettiğimiz kendisini imha etme sürecini oluşturuyordu. Kuşku çağındaki insan, mal metişizminin mabedi olan dünyaya sıkı sıkıya bağlıdır.

Peki ne yapmalıyız?

Sürekli melanet ve aksilikleri tahlil edip felaket senaryoları yazmak yetmeyecek. Duygu Çamurtaş, bir konuşmasında güzel bir şeye değinmişti: “Eleştirmek yetmiyor, değiştirmek şart.” Aynı şekilde Mustafa Toprak da etkileyen bir noktayı ifade etmişti: “Artık hepimiz bir yönetmeniz. Bazı şeylerin farkındayız.” Öyle. Farkındayız ve bunları fark etmekle kalmamamız gerekiyor. Kendimize bir mağara çizmek zorundayız. İğne ucu kdar huzur ile Cehennemin dibi arasındaki muammada kendimize insan kalabileceğimiz kadar ferahlık oluşturmalıyız. Ama nasıl?

İlkin, inanç ve ideoloji arasındaki ince ayrımı görmemiz gerekecek. Böylelikle doyum ve tatmin noktalarımızı da belirleyecek, koca laboratuvarın denekleri statüsünden eşrefi mahlûkat statüsüne geçebileceğiz. Hiç olmazsa tiran olmaycağız. Şu kuşku dolu çağda yegâne olduğumuza inandıkça verili her şeyi tahrip etme kudretini de kendimize zannediyoruz: ekolojiyi, doğayı, insanı, yaşama ve yaşatma hakkını, bu âlemi ve öte âlemleri… Oysa insan, canlılar içerisinden yalnızca bir canlıyım, diyebilmeli. Canlılar içerisinde bir canlı. Bu kadar. Bunu yapabilirse, kendisini diğer türlerden ayıran ne varsa, benzer şekilde diğer türlerde olan kabiliyetlerin de kendisinde olmadığını görebilecektir. Uçmayı kendinde verili halde bulmayan insan, akıl yoluyla uçmayı başarabildiği, fakat yine de kanatsızlığına bir çare bulamadığından, bunun kuşlara verili bir meziyet olduğunu da unutmayacaktır. Ancak böyle yaparsa uçanları tahrip yerine takip etmeyi, onlardan bilgi ölçüsünde nemalanmayı fehmedebilir. Benzer şekilde, doğayla savaşmak yerine yine aynı metodu uygulaması gelecek adına değerli bir kazanım olacaktır. Çünkü bana kalırsa artık doğanın kazanma vakti geldi.

Yeni söylemler yerine doğru söylemleri tercih etmek durumundayız. Wittgenstein’in “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” dediği yerde, dilin yetkinliğiyle insanın yetkinliği arasında organik bir bağın olduğunu görebiliriz. Görmeliyiz de. Bunu başarabilirsek, her hamlenin sadece insan merkezli değil, akıl-his-vicdan merkezli olması gerektiğini de anlayabiliriz. Böylelikle delirmenin de bir imtiyaz değil, bir hak olduğunu kolayca kavrayabiliriz.

Bugün, kuşku çağında, eğer düşüyorsak, tökezliyorsak, ağır aksat ilerleyip yalpalıyorsak; ne ağlarken ne gülerken rahatsak, eğer düşe kalka yürümek zorunda bırakıldıysak bütün bunların müsebbibi olarak yolun kendisini görmek zorundayız. Çünkü gelecekten bir yer edinmenin künhü, hangi yolda yürüyor olduğumuzda saklıdır.

Bilginin iktidarında kalmak, onu kimselerin tekelinde bırakmamak gibi bir görevimiz de var. İhmal ettikçe, reddedip gerçeği görmemeye devam ettikçe yeni “post” önekleriyle muhatap olmamız an meselesi. Bu çağın riskleri mekânsızlaştıran, öngörülemez kılan, hesaplanamaz ve telafi edilemez kıldığı noktalardan geleceğe bakarken yeni kurumlara, yeni söylemlere, ortak yaşam sözleşmeleri ve aklıselim endişelere ihtiyacımız var.

Gelecek Neresinde adlı konferans konuşmasından

Hüseyin Hakan

İZDİHAM