17 Mart 2017

Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebiyat Anıları

ile izdiham

Hüseyin Cahit’le, “Bir makaleyle akım bitirmiş,” diye dalga geçerdik. Öğrenci aklı. Öyle bir şey yok tabii, anılarını okuyunca neler olmuş, hepsini görüyoruz.

Hüseyin Cahit daha pek küçükken evdeki Kerem hikâyelerini okuyor, destancılardan destan alıyor, gazavatnamelerin altından girip üstünden çıkıyor. Babasının verdiği oyuncakları elinin tersiyle itip kitaplara yumulan bir genç. Divanlara pek yüz vermiyor, daha çok Ahmet Midhat Efendi’nin romanlarını okuyor. Babası kitap okurken Hüseyin Cahit de dinlermiş çoğu gece.

Bu gece okumalarından hatırladığım ilk romanlardan biri Felâtun Bey’le Rakım Efendi‘dir. Babam, yazarı Ahmet Midhat Efendi’ye çok değer verirdi. ‘Ne yazarsa iyi yazar’ diye överdi. Kitabın böyle dikkatle okunduğunu, ilgiyle izlendiğini görüp övüldüğünü işittiğim kişi de, hayalimde bir yarı Tanrı gibi yücelirdi.” (s. 20)

Liseye geçtikten sonra Fransızca kitaplar giriyor Hüseyin Cahit’in hayatına. Fransızca bilmemesine rağmen kitaplarla çekişerek, mücadele ederek bir şekilde öğreniyor. Okuldaki Fransızca hocaları rezalet. Devletin resmi yabancı dili Fransızcaydı o vakit, lakin II. Abdülhamit dönemi felaket olduğu için bütün kurumlar kokuşmuş durumda. Yaşlılıktan ölmek üzere olan bir adam geliyormuş derslere, uyuyormuş zaten. Sonradan tanışacağı dönem arkadaşları gibi maddi imkanları pek yerinde olmayan Hüseyin Cahit için yabancı dil, yine kitaplardan öğrenilecek bir şey.

Bir gün, yeni basılan bir kitap hakkında Recaizade’nin övücü bir yazısını görüyor ve ben de yazayım lan, benim neyim eksik diyor Hüso. Yazıyor: Nadide. Bastırana kadar bir sürü bürokratik işle uğraşıyor. Sansürden geçecek, izin alacak, bir dünya para dökülecek. En sonunda basılıyor kitap, başında da Ahmet Midhat’ın övgüsü var. Başarılı bir eser olmadığını söylüyor yazar, kötü bir Ahmet Midhat kopyası. Kitaptan bir bölüm verilmiş, felaket. Anneler, çocukları güzel yetiştirin lan falan tarzı, dönemin sosyal olaylarına yüzeysel bir bakış. Bu kadar. Nereden nereye gelmişiz, 100 yıl öncesinin edebiyatına bak. Rezil gibi.

Dönemin koşulları içinde yaşanan aydınlanma da var. Tıbbiye’de okuyan dayı oğlunun Allah’la ilgili bir iki yorumundan sonra kendi kendine düşünmeye başladığını belirten bir aydın var ortada. Düşünmek o zamanın aydını için böylesine basit şeylerden etkilenecek kadar kırılgan, değişken durumda. Toplum ve baskıcı rejim birleşince bazılarına nefes alacak yer kalmıyor. Hüseyin Cahit’in okul arkadaşı Ahmet Şuayıp hakkında söyledikleri de bunun bir kanıtı. Yasaklanan bir Avrupa gazetesini bulmak için Şuayıp ta nerelerden Samatya’ya gidip geliyor karda kışta kıyamette, gecenin bir körü.

Şuayıp’ın on paraya satılan bir kağıt feneri vardı. Bunu giysisinin arka cebinde taşırdı. İşte o sarışın, cılız çocuk fenersiz sokaklarda, karanlıklardan geçerek bunun ışığı ile kendisine yol bulurdu. Ne anlamlı bir örnek: Tıpkı o günkü desteksiz ve yoksun kuşağın durumu. Her yan, korkunç bir baskı yönetiminin karanlığı içinde. Kendi kendisine bırakılmış, düşman sayılmış bir gençlik, öteden beriden sızan özgürlük ışıklarını kılavuz edinerek kendisine bir yol bulmak, yüce bir ereğe varmak için bütün güçsüzlüğüyle çırpınıyor… Bir gençlik ki, yurt sözcüğünü söyleyebilmek özgürlüğünden yoksun… Ama bütün bu yoksunluklara karşın o çocukların içinde sanki bir insanüstü gücün yaktığı ışık, bir ateş var: Yurt ve özgürlük aşkı. Onlar için tek dayanak ise: Gençliğin yılmayan direnişi ve iradesi…” (s. 53-54)

Mülkiye yılları… Şuayıp’la ayrılırlar ama dışarıda görüşürler, dostluk bitmez. Başka bir ülkeye gitmek, kaçmakla eşdeğer anlama geliyor, idamdan sürgüne kadar cezası bol. Mülkiye’ye yarışmayla öğrenci almayı protesto eden gençlerden mezun olurken dereceye girenler, gelenek haline gelmiş mabeyn memurluğuna alınmazlar ki içlerinde Hüseyin Cahit de var. Geçinmek için çeviriler yapmaya başlıyor genç yaşında, polisiye çeviriler. Kutuplaşma öyle bir noktaya gelmiş ki polisiye roman hastası olan II. Abdülhamit’e hizmet ettiğini düşünüp vicdan azabı duyuyor.

Yazarın basın hayatı da bu dönemlerde başlıyor, Mektep diye bir gazete çıkarıyorlar. Edebiyat çevrelerinde Cenap’ın şiirleri tutuluyor. Cenap, yazarın kardeşi Hüseyin Suat’ın yakın arkadaşı. Mehmet Kaplan’ın Tevfik Fikret’le ilgili bir monografisi var, doçentlik teziymiş. Dergâh’tan çıktı. Orada Servet-i Fünun tayfasının oluşumuyla ilgili bilgilerde sanatçıların bir araya geliş hikâyeleri mevcut, derinlemesine bilgi orada var. Bir de konuyla alakasız, Mehmet Kaplan ekolünden gelen akademisyenlerin olduğu okullarda yüksek lisans yazılı mülakatında Tevfik Fikret garanti sorulur. Bir şiiri verilir, Osmanlıcadan Türkçeye çevirirsiniz. Dönemin şartlarıyla birlikte incelersiniz, zira o dönem, akımın eserlerine sinmiştir, mutlaka birden fazla gönderme mevcuttur. Böyle bir delilik yapmayı düşünen varsa dikkat.

Mehmet Rauf’la tanışma, Mektep’e yazılmış bir mektup yoluyla gerçekleşiyor. Mehmet Rauf bodur, miyop, sevimli bir gençmiş. Hüseyin Cahit, Rauf’la Cenap’ın üsluplarını benzetir ve bunu şaşırtıcı bulmaz, yaşanılan dönemin bir sonucudur bu. Uzun uzun almıyorum, ayrıntılar kitapta.

İki sanatçıya yer ayıracağım biraz; Tevfik Fikret ve Halid Ziya. Mehmet Rauf’un Halid Ziya sevgisi dillere destan. Halid Ziya İzmir’deyken mektuplaşmaya başlıyorlar, Mehmet Rauf, Halid Ziya’yı İstanbul’a çağırıyor galiba ve Halid Ziya da geliyor. Tanışmadan önce Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit’e Nemide‘yle Ferdi ve Şürekâsı‘nı veriyor.

Bunları okurken ilk duyduğum şey, tam bir şaşkınlıktı. Ben Türkçe romanları hâlâ Ahmet Midhat Efendi’nin yazıları gibi olacak, ya da Samipaşazade Sezai Bey’in Sergüzeşt‘i, ya Kemal Bey’in Cezmi‘si gibi olacak kanısındaydım. Oysa şimdi beni o kadar ilgilendirmiş ve büyülemiş olan Fransız edebiyatıyla yakınlık iddia edebilecek gerçek bir sanat eseri karşısında kalıyordum.” (s. 88)

Hüseyin Cahit, bütün beğenisine rağmen edebiyatımızın ölmez eserleri arasında sayılamayacağını belirtiyor Halid Ziya’nın eserlerinin, oysa günümüzün sanatçıları bile Halid Ziya’nın dünyasını pek beğenirler. Selim İleri mesela, adları aklıma gelmeyen bir dünya yazar. Ya.

“Dekadanlar” tartışması, Yeni Zelanda’ya kaçma girişimi, Tevfik Fikret’in kırılgan dünyası, daha bir sürü olay. Yeni Zelanda olmayınca Manisa’da bir çiftliğe çekilme hadisesi var. İstanbul’dan çıkmak bile bir dünya bürokratik hadiseden geçiyor. İzin al, para ver, bilmem ne. Hüseyin Cahit Manisa’ya gidiyor, ortamı görüp dönüyor. Her şey süper, Tevfik Fikret cayıyor bu sefer ve yıkılan bir rüya için iki üç şiir yazıyor. Hüseyin Cahit, sanki o şiirleri yazabilmek için bir rüyadan vazgeçtiğini söylüyor Fikret hakkında.

Sansürle alakalı dudak uçuklatan ayrıntılar var ama bazı şeyler de gizli kalmış, Hüseyin Cahit belirtmemiş hiç. Otosansür gibi. Tevfik Fikret’in “hemşiresi” hakkında yazılmış bir şey yok. Yanılmıyorsam Mehmet Rauf’la evleniyordu kardeş, sonra şiddet görüp ölüyordu. Fikret’in Hemşirem İçin adlı bir şiiri var konuyla alakalı. Bir de jurnalci bazı isimler gizli, verilmemiş.

Böyle. Bir dönemin edebiyatı, sosyal ortamı hakkında güzel bir anı kitabı.

Utku Yıldırım

İZDİHAM