25 Haziran 2016

Haldun Lengerlioğlu, Şile’de Garip Bir Teravih

ile izdiham

2016 yılı Ramazan ayının ilk perşembe akşamıydı. Şile’deki yazlığı alalı yeni olmuştu. Bir yandan eve yerleşmeye çalışıyor bir yandan da etrafı tanımaya çalışıyorduk. Ramazanın ilk günü de Pazar a denk gelmişti ve teravihi kılmak için merkezdeki bir camiye gitmiştim. Yatsılar kılındı, yanımdaki adam soğuk algınlığından muzdarip bir şekilde aksırıp tıksırıp sürekli öksürdüğünden bana da bulaştırmasından korkup biraz uzağa arka saflara doğru gitmiştim. Bilahare teravih namazına durduğumuzda, safları sıklaştıralım düsturu mucibince, yani farkında olmadan »aradan şeytan geçirmeyecek » şekilde duruyordum safta. Fakat yanımda ki genç arkadaş biraz rahatsız bir tavırla, “Amca ben kaçıyorum sen hep üstüme üstüme geliyorsun!” deyince ayıktım. Cemaate şöyle bir baktım, hakikaten herkes birbirinden ayrık durmakta. Anladım ki cemaat fazla samimiyetten hoşlanmıyor. Ertesi günler de artık o camiye gitmedim. Diğer camilere gidiyordum. Ama artık tik oldu cemaate tek tek ayrı bir dikkat eder oldum. Secdede yere kollarını yapıştıranlar, ellerini secdede yana çok açanlar, ellerini kafasından ya ileriye ya geriye koyanlar, secde ederken ayaklarını havaya kaldıranlar, uygunsuz çok dar veya kısa pantalonla, kolsuz gömlekle gelenler pek dikkatimi celbeder oldu. Uyarsam bir türlü uyarmasan vebali var. Arada namaz esnasında cep telefonu çalanlar da cabası. İşin huşusu hepten kaçmıştı. Dedim ki kendi kendime, bu yazlıkçılardan adam olmaz en iyisi ben yakındaki köy camilerine gideyim. Hiç olmazsa mahalle denetimi oralarda daha bir işlerlik kazanmıştır, böylesine densizlikler olmaz. İşte o ramazanın ilk perşembe akşamı bu niyetle oğluma haydi dedim en yakın köye gidelim bugün teravihe. O da “peder gene ne icat peşinde acep?” deyip müstehzi müstehzi bana şöyle bir baktı ve galiba boş bulunup “peki” demiş bulundu. İftardan sonra namazları kıldık, kahvelerimizi içtik, abdestleri tazeleyip arabaya atladık. Biraz da geç kalmış idik, kahve çay faslını iftardan sonra abarttığımızdan. O yüzden ezan okundu okunacak derken bir telaş Şile den çıkıp Karamandere Saklı Göl tarafına doğru yönelip ya bismillah deyip bastık gaza. Zaten 3-5 dakika ya gittik ya gitmedik ezanlar duyulmaya başladı çevre köylerden.

Asfalt yol stabilizeye döndü ve bizi kesif bir koruluğun içine doğru yönlendirdi. Biraz ilerde yolun sol tarafında içeriye doğru, şerefesinde yeşil floresanlar yanan bir küçümencik bir cami gördük. Etrafında ev veya ona benzer bir mekan falan da yoktu. Köy 350 metre kadar uzağa yamaca doğru kurulmuştu. Her bir ev diğerine tepeden bakar gibiydi. Bazısı kerpiç, bazısı sıvasız kırmızı tuğlalı evlerin perdelerini merakla aralayan ışıklar köyün yollarındaki sodyum buharlı sokak lambalarının ışığıyla oynaşıyordu. Tuhaf bir şekilde tezek kokularına hanımeli kokuları karışıyor ve bu tezat insanı şaşırtıyordu. Kerpiç evlerin hafif bir içbükey bombeyle çökmüş damlarını yemyeşil otlar kaplamıştı. Etrafta da kimseler görünmüyordu. Gecenin derinlerinden gelen tek tük sakin köpek sesleri ağustos böceklerinin ve puhu kuşlarının ötüşüne ritim tutar tattaydı. Besbelli ki köylü ezandan önce çoktan gelmiş camide ki yerini almıştı.

Müezzin yüksek desibellerde çamlar deviren aşırı yüksek sesli hoparlörden ruhsuz bir buyurganlıkla “hayyal el felah..” derken arabayı müsait bir yere park edip, şadırvanda ellerimizi bir daha soğuk suyla yıkadık ve ezan biterken caminin kapısına vardık. Kapının kolunu çektim ama kapı açılmadı, herhalde sıkışmış olmalı deyip bir daha yüklendiğimde bir çat sesi geldi, bir şeyler kırıldı ve kapı açıldı. Açılınca baba oğul hayretle birbirimize baktık. Biz girince caminin içindeki sensörlü fluoresanlar kendiliğinden sırayla kıpkıp ederek yandı ve gördük ki cami de kimse yok ve o şaşkınlıkta ayrıca anladık ki ben caminin kapısını kırmışım! Kapının kolunu o zaman elimde farkettim. Atakan la birbirimize baktık. Atakan “Aferin Baba bir kırmadığın cami kapısı kaldıydı onu da becerdin!” deyiverdi gülerek. “Eee?” dedim “Kimse yok da, ne bileyim, ezanı kim okudu o zaman?”. “Dinozor um, müdürüm, babacığım” dedi Atakan, “şimdi artık ezanlar merkezi okunuyor, otomatik ezan otomatik ezan! Nereye gideceğiz şimdi buyrun sayın macera düşkünü teraviperver Babacığım?” diye de lafı sokuverdi. Bir elimdeki kapı koluna bir Atakan a baktım.

En yakın cami 10-15 dakika uzakta kalmıştı, gitmeye kalksak farza yetişmemiz zor. “Ne olmuş lan kerata” dedim, “ilerde çocuklarına anlatırsın babam bana ramazanda teravih için cami kapattı diyerek. Sen kametlersin ben imam olurum. Bu akşam da böyle bir anımız oluversin.!” La havle çekip lafımı bitirmeye fırsat vermeden öylece teklifsiz sünnete duruverdi. Ben de benim Gülnur un ördüğü dantelli ve afili takkemi çıkarıp hafif yan yatırarak kafama taktım. Nasılsa kimse yok geçtim mihraba, oldu olacak dedim imamın mihrapta asılı cübbesini de giydim, yatsının ilk sünnetine niyet edip Allahuekber dedim. Selam verdiğimde Atakan kamete başladı. Dönüp geri baksam hissettim güleceğim. Atakan la iyice yüz göz olacağız. Hiç ağırlığımı bozmadım. Ama bu arada sanki camiye giren başkaları da oldu gibime geldi. Caminin içini latif bir esinti doldurdu. Amaan yahu deyip, kalktım, Atakan ı kızdırmak için arkama dönmeden, “Ey cemaat safları sıklaştırın, düz ve bir hizada durun. Safların düzgünlüğü namazın sıhhatindendir!” deyip konuşmasına fırsat vermeden “Allahu ekber!” dedim. Elham, zammı sure, Allahu ekber rükuya varırken hışırtıdan anladım ki cami galiba dolmuş cemaat herhalde yetişmiş gelmiş. Yukarıdan ikinci kattan da gelen ince ince fıkırdamalardan da anladım ki cinsi latif cemaatimiz de var. Hiç hesapta yokken cemaatin doluşmasından aşırı tedirgin oldum tabi. Atakan’a imamlık kolaydı netice olarak, en sonunda helal et hakkını der helalleşirdik amma böyle bir camide cemaate imamlık etmiş değildim. Kendime daha bir çeki düzen verdim, iyya kena’büdüler kenastainler, veleddaliynler, bütün tecvid bilgimi döktüm ki ortaya o kadar olur, ayınlar çatlıyor, allahuekberler im tam yerinde çıkarak kubbeyi çınlatmakta. Neyse sıkıntıdan iyice gerim gerim gerildim tam çatlamak üzereydim ki Esselamün aleyküm ve rahmetullah lar imdadıma yetişti. Atakan Allahümme entesselam ve min kesselam yazel celal ivel ikram dedi ben son sünnete durmadan cemaate döndüm, cübbeyi çıkarır gibi yapıp ey cemaat kusura bakmayın cami de kimse yoktu, biz de boş bulunca baba oğul kılalım gidelim, isterseniz siz.. gak guk, demeye kalmadan içim derin bir ürpertiyle doluverdi.

Cemaatin tamamı siyah giyimli, sakallı, şalvarlı ve sarıklıydılar. Hepsinin gözler zümrüt yeşili, ve hepsi de garip bir şekilde bembeyaz tenliydi. Sarıklıların içinde bir kısmının sarığı yeşil geri kalanın sarıkları ise simsiyah ve alışılmışın dışında düzenli sarılmışlardı. Sanki hepsini aynı kişi sarmış gibi. Sarıkların birer ucu sağ omuzlarından göğüslerine sarkıyordu. Üzerlerinde hepsinin istisnasız dize kadar gelen sakoları vardı. Gözlerim karardı, sendeledim düşecek gibi oldum, ön saftakilerden Atakan’ın yanında duran biri ileri atılıp kolumdan tuttu çok düzgün bir Türkçe ile, « Aman efendim dedi, biz sizi gördük de geldik. Düzeni bozmayalım lütfen siz devam ediniz, istirham ediyorum. » diyerek ricayla emir arası bir tonda buyurdu. Yani şimdi düşünüyorum da evet evet « buyurdu ». Sesi sanki boğaz ameliyatı olmuş o yüzden genizden konuşuyormuş gibi çok titreşimli metalik diyeceğim ama daha çok gençlerin tekno metal müziğini andırır tarzda idi. İtiraz edemeden döndüm. Son sünneti kıldım ama namaz mı beni kıldı ben mi namazı kıldım anlayamadım. Her tarafım tere batmış ciddi sıkılmış idim. Ya yanlış yaparsam ? Sanki üst katta ki kadınlar halime sessiz sessiz gülüyorlarmış gibi geldi. Sünneti kıldım, Atakan’ın yüksek sesli salatu selamıyla teravihe kalktım ama halimi hiç sormayın. İmametten kaçacağım ama aklıma bahane gelmiyor derken artık imamları takliden geri döndüm şöyle cemaate bir baktım, saf düzeni hakkında bir iki ukalalık edeyim dedim ama yahu ben ömrüm boyunca bu kadar düzgün bir saf tutuş görmedim. Cami iyice dolmuş arkada hiç yer kalmamıştı. Hepsi sanki aynı boyda mıydı ne ? Hiç mi şişkosu zayıfı yoktu ki bunların ama sakolardan pek de belli etmiyorlardı. Atakan garibim tam arkamda gökkuşağı renklerindeki dizinin altına kadar inen bermudası, babet çorapları, kısa kollu renkli gömleğiyle bu cemaatin arasında maşallah nazar boncuğu gibiydi ! Gözlerinden onun da ateş fışkırıyordu, bana “yahu baba beni ne hallere soktun?” der gibiydi. Mecburen imamlık vazifeme geri dönüp, elim ayağım titreyerek, her yanımı ateş basmış bir vaziyette Allahu ekber deyip imamete durdum. Yavaş kıldırsam Atakan fırça atacak, hızlı kıldırsam bu tuhaf cemaat maazallah kimbilir ne diyecek, 2 şer 2 şer mi kıldırsam yoksa 4 er 4 er mi derken bir asker nizamı içinde yalnızca rüku ve secdelerde tekdüze bir hışırtı ile, tek bir öksürük tıksırık ve yüksek sesle Elham’a amin sesi duymadan disiplinli bir sessizlik içinde 4’üncü rekatta selamı verdim ama selamla birlikte sanki ruhumun bir kısmı da ağzımdan erimiş kurşun gibi aktı gitti. Selamı bitirir bitirmez cemaat yine o tekno metal sesle bir ilahi tutturdu ki önce tamam dedim biz caminin kapısını kırarken kesin çarpıldık cezamız da bu demeye kalmadan, ilahinin sözlerinin Türkçe olmadığının farkına vardım. Arapça’ya benziyordu ama benim zaten Arapça’m yoktu. İlahi derinlerden bir yerden geliyor gibiydi ve insanın taaa içine işliyordu.

Arada Allah (cc.) Muhammed (sav) Hasan, Hüseyn, Fatıma, Ali (R.A.) gibi özel isimleri duyuyor, eyvallah, elhamdülillah, barekallah ları anlayabiliyordum. Ama gerisi tamamen yabancı bilmediğim bir dilde idi. Arapça’ya benzese de arapça değildi sanki. Etrafta Gürcü ve Abhaz köyleri olduğunu duymuştum, kendi kendime dedim ki “Bunlar gürcü demek kendi dillerinde söylüyorlar ilahiyi?” Tuhaf şey normalde ben kadınların ilahiye iştirakine şahit olmadım lakin burada, kadınlarda üst kattan ilahiye iştirak ediyorlardı. Nedendir bilmem onların sesini de pan flüt e benzettim. Atakan arkada neler yapıyor merakımdan çıldırmak üzereydim. Neyse teravih elbet bitecekti ve cemaatle elbet tanışacak kim olduklarını öğrenecektim. Bu arada içimdeki tedirginlik ilk 4 rekattan sonra geçmiş hele ilahiden sonra yerini derin bir huzur ve huşuya bırakmıştı. Artık sureleri okuyuşumdaki tecvid, serahat ve rakikliğe ben dahi şaşırıyordum. Rap rap asker nizamı gibi rüku secde hırş hırş teravihi her dört rekatta bir selam vererek cemaatin o insanın içine işleyen ilahileriyle birlikte bitirdik, yarımdan cemaate doğru döndüm oturdum, Atakan …  Allahümmahşurna fi zümretissalihiyn dedi, derin bir amin le duamızı yaparken ben salatı vitr bilgilerimi sessizce aklımda şöyle bir yoklayıp salaten tüncina ile duayı bitirdim, lakin cemaat açtığı ellerini yüzüne gözüne üstlerine sürüp yavaşça yerlerinden kalkıp yine bir asker nizamı ile çıkışa yöneliverdiler, ama tek bir çıt dahi çıkarmadan sessizce! Durun nereye diyeceğim ama yahu sesimi çıkaramıyorum, ayağa kalkıp, erenler yahu tanışsaydık diyeceğim, ayağa kalkmak bir yana yerimden kıpırdayamıyorum, gözlerim açık bir karabasan yaşamaktayım ki sormayın. Atakan karşımda yüzü kıpkırmızı belli o da aynı sıkıntı da… Son cemaat de kapıdan çıktı, önce Atakan kurulu bir yay gibi birden fırladı Baba vitiri evde kılalım çabuk ol hemen buradan gidelim diyerek çıkışa seğirtti, ben de aynı hızla cübbeyi nasıl attığımı bilemedim tam çıkarken yukarı kattan şıngırtılı bir kadın gülüşü duymamla önüme yukarıdan krem rengi dantelli bir mendilin düşüvermesi bir oldu. Kaçmak la almak arasında bir an tereddüt ettiysem de mendili içindeki yumuşak şeylerle beraber avuçlayıp aldım, arabaya nasıl bindim kontağı nasıl çevirdim eve nasıl geldik hala hatırlamıyorum. Atakan da ben de yüzümüz bembeyaz eve girdik. Gülnur ikimize bakıp, “size ne oldu böyle?” dedi, dedim “ne olmuş ki ?”, “Yüzleriniz bembeyaz, dudaklarınız titriyor, üzerinize sanki sim atılmış,un dökülmüş gibi bembeyaz bir parlaklık ?”

Atakan’la birbirimize baktık, sessiz bir mutabakatla, « ne olacak ki dedik, köye gittik teravihe, herhalde camide pişi hayır etmişler ki üstümüze un bulaşmış!» Öylece tükenmiş bir şekilde Atakan’la koltuklara çöktük, biraz soluklandıktan sonra mendil aklıma geldi, zıpırlık damarım depreşti, bizi anlamaz bakışlarla süzen Gülnur’un kucağına atıverdim. Dedim « bunu gönderdiler sana camiden! ».

Gülnur şaşkın bir merakla mendili açtı, içinde gül rengi 3 adet lokum vardı. Etrafa mis gibi bir gül kokusu yayılıverdi. Kenarı dantel işlemeli mendil, ipekmiş. Bir de bir köşesinde Arapça mim harfi işlenmiş dedi Gülnur.

« Hah!” dedim Atakan’a, “birimiz imam, müezzin birimiz, mimlendik oğlum artık her ikimiz! »

Atakan isteksiz isteksiz, dişlerini gösterip “kıh, kıh, kıh..” dedi.

Derken Gülnur mendil e uzun uzun baktı, “ben bu mendili tanıyorum!” diye heyecanla nidalandı.

“Hadi canım?” Dedim “Nereden tanıyacaksın?”

“Bu!” dedi “Kayınvaldemin çeyizinde gördüğüm mendilin aynısı. Aynı dantel, aynı işleme, aynı renk, onda da böyle mim harfi işliydi, kayınvaldemin isminin, Mübeccel’in baş harfi.”

Kanımın el ve ayaklarımdan çekildiğini duyumsadım, başım döndü, kendimi sanki tavanda ters oturuyormuş zannettim, o anda birden camide kadınlar mahfilinden duyduğum gülüşün rahmetli annemin gülüşüne ne kadar benzediğinin farkına vardım, önce burnuma keskin bir barut kokusu geldi ve gözlerim yavaşça karardı, koltuktan aşağıya doğru usulca kaydığımı hissettim.

 

Haldun Lengerlioğlu

İZDİHAM