5 Ocak 2022

H. Demet Akan, Hayvanlar İçin Requiem

ile izdiham

Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz kitabında, “Bir Hayvanla Yaşamak” başlıklı yazısını şöyle bitirir; “Cinayetleri, çoğu zaman, ‘kavramlar’ işletir. Cinayetler hep, ‘kavramlar’ adına savunulur. Cinayet işlemek zorunda değiliz ki!”

Son günlerde, Türkiye’nin dört bir yanında, sokaklarda zincirinden boşanmış bir nefretin ve hızla avlanan bir katliam dürtüsünün resmigeçidini izliyoruz.

Küçük bir kız çocuğunun, pitbull cinsi iki köpeğin saldırısına uğradığı dehşetengiz bir olayın ardından, sokak köpeklerine bu işin bedelin ödetmek, yıllardır görevini ihmal edenler için en kolay seçenekti elbette.  

Hayvan hakları savunucuları ve STK’lar yıllardır, hayvanlar için yapılması gerekenlerle ilgili sayısız girişimde bulundu. Sadece sokak hayvanları değil, yük hayvanlarından, sirklere, faytonlardan yunus parklarına kadar, hayvanlara çeşitli başlıklarda yaşatılan zulme karşı devletin ilgili tüm kurumlarını göreve çağırdı.

Pitbull ve yasak ırklı köpekler meselesi de bu çağrıların en kuvvetlilerinden biriydi. Sanıldığının aksine, Pitbull cinsi köpekler çoğunlukla suça eğilimli, suçla ilişkili insanların elindeler. İnsanlara karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıldığı gibi, insanlık dışı muamelelere maruz kalıyor, dayak yiyor, dövüştürülüyor, üzerlerinden akan kan için tezahürat yapılıyor ve insan eliyle canavarlaştırılıyorlar. “Yasaklı ırk” olarak anılan türlerden insanlara yönelik saldırılar ağırlıklı olarak bizim ülkemizde olurken, bu ırkların batı ülkelerinde aile köpekleri olduğunu görüyoruz.

Bugün dahi, bir pitbull almak isterseniz, internette sayısız ilanla karşılaşırsınız. Çünkü yıllardır merdiven altı üretim ve petshop satışları durdurulmadı. Yakın bir geçmişte, Ankara’da, üretim yapıldığı anlaşılmaması için, ses telleri kesilen köpeklerin bulundurulduğu yerin ifşasını hatırlayın. O hayvanların sefaletini ve çığlık atamadıkları sessiz işkencelerini gözünüzün önüne getirin. Tüm uyarılara, tüm ihbarlara rağmen bunun gibi sayısız örnek ülkemizde maalesef varlığını sürdürüyor.

Hayvanseverler olarak, belediye barınaklarının, 21. Yüzyılın yeni ölüm kampları olduğunu yıllardır haykırıyoruz. Küçücük kafeslere tıkılan onlarca köpeğin, kendi dışkısının, idrarının üzerinde yatmak zorunda kaldığı, önüne atılan atık yiyeceklerle karını doyurmaya çalışırken, bu hayatta kalma yarışında birbirlerini parçaladıklarını gözyaşları içinde seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiç yemek bulamadığı için birbirlerini yiyen köpeklerin görüntüleri aklımıza kan fışkıran bir haykırış olarak kazınıyor. Üstelik bunların hiçbiri bir Tarantino filmi de değil; yalın bir Türkiye gerçeği.

İş büyük mesajlar vermeye geldiğinde, Osmanlı’nın hayvan vakıflarını övmek için sıraya giriyor, başkalarının kurduğu kuş evlerinden, Gurabahane-i Laklakan’dan ya da İstanbul’da sokak hayvanlarına ekmek dağıtan vakıftan bahsediyor, göğsümüzü kabarttıkça kabartıyor, sosyal medya hesaplarımızdan konfeti gibi sevgi ve merhamet mesajları saçıyor, sonra eve gittiğimizde kapımızın önündeki köpeği gelip alması için belediyeyi arıyoruz.   

Hayır, biz “yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sevmiyoruz! Biz yaratılanı işimize geldiğinde, sosyal medyada güzel durduğu kadar seviyor ve bu hayvanları Allah’ın yarattığını değil, Çin’de bir fabrikada ürettiğini düşünüyoruz.  

Hayatımın ilk yıllarından itibaren hayvanlarla dostluk kurdum. Bu deneyimi, anneme borçluyum. Kapının önüne her oynamak için çıkmak istediğimde, bir poşetin içine koyduğu yiyeceği elime tutuşturup, bir kediye ya da köpeğe vermemi, parka giderken verdiği buğdayı, kuşlar için taş zemine dökmemi tembihleyen annem, hayatımdaki en büyük merhamet öğretmenidir. Hatırlıyorum, sokaktan ne zaman acı bir hayvan çığlığı yükselse, beraber dışarı çıkıp yardım etmek için defalarca hayvan aramışızdır. Büyüdüğümde bayrağı ben devraldım.

Yıllardır sokaklarda, yaralı hayvanları tedavi ettirmeye, açları doyurmaya, barınacak yeri olmayanların başını sokacağı bir çatı kurmaya çalışıyorum. Bu ülkenin sosyolojisini çalışan tüm akademisyenlere tavsiyemdir; toplumu tanımak isteyen sokakta hayvan beslesin. Yıllara yayılan tecrübelerim bana gösterdi ki, sosyo-ekonomik sınıfların en altından en üstüne, insanımızda ortak bir yok etme bilinci hâkim. Yok etme isteği, maalesef, sağcısı solcusu, okumuşu cahili, dindarı dinsizi hiçbir mahalleyi ıskalamıyor.

Meczubu akıl hastanelerine tıkan, mezarları şehir dışına taşıyan, köpekleri barınaklarda istifleyen bu zihniyet bir gün mutlaka kendiyle yüzleşecek. “Gated-Community”nin aradığı sonsuz hijyen, geçmişini ve geldiği yeri unutan bencilliğiyle birleştiğinde, karşımıza çok boyutlu bir cehalet ve çiğ insan müsveddeleri çıkıyor.

Bu bilincin çizdiği tarihin bir zulüm güzergâhı var. Bu güzergâh üzerinde, hayvanların yolları yeri gelmiş 1910’da Hayırsızada’ya, yeri gelmiş 1987’de Bursa’da canlı canlı yakıldıkları fırınlara düşmüş. 21. Yüzyılda sürgün ve katliam güzergâhının yeni durağı belediye barınaklarıdır. Hiç gidip görmeyenlerimizin, hayvanları yerinden ettikten sonra vicdanlarını, “hayvanların yerinin barınak” olduğu önermesiyle rahatlattıklarının farkındayız. Ancak, bugüne kadar yolunuz bir barınağa düşmediyse, hesabını veremeyeceğimiz bir insanlık suçunun işlendiğinden sizleri haberdar etmek isterim.

Son yaşanan elim olayın ardından, belediyeler, kanunlara aykırı olarak sokak hayvanları topladılar. Belediye görevlilerinin boynuna kelepçe taktıkları yavru köpeği tepe taklak havada tutarken, onun nefessiz kalmasına, yaşadığı korkuya ve çektiği acıya aldırmadan, “marifetlerini” sığdırdıkları fotoğraf karesi, “insanlık utançları listesi”nde çoktan yerine aldı. Başka bir belediye görevlisinin ön kollarından tutarak sürüklediği yavru köpeğin malum sonuna teslimiyeti sadece gözlerimizden değil, vicdanlarımızdan da gözyaşları akıttı. Hiçbir tanımlı görevi olmamasına rağmen ağ ile yakaladıkları köpeklerin fotoğraflarını paylaşan zabıta memurlarından tutun, nereye yaranmaya çalıştığı belli olmayan sivil toplayıcılara kadar son birkaç günde, zulmün yeni yüzlerini görmüş olduk.

Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de, Batı Medeniyeti paradigmalarını her seferinde reddeden ve Batı’nın geçmişten bugüne ellerinde taşıdığı kanı kınayan bir kesimin, iş sokak köpeklerine gelince, Batı Medeniyetinin sokaklarındaki hayvansızlığı örnek göstermesiydi. Sormak istiyorum hani ışık doğudan yükseliyordu ve siz ne zamandan beri batıdan gelen bir ışıkla aydınlanır oldunuz?  Batı ülkelerinde sokak hayvanı olmamasının nedeni, tüm hayvanların sistematik olarak öldürülmesi, barınağa düşen köpeklere tanınan süre içinde sahiplenilmemesi halinde uyutulması, yani yaşam hakkının gasp edilmesidir. “Beyaz adam” kendisinden olmayanlar için kurduğu sömürü düzenini hayvanlar üzerinde de kurmuş ve uygulamaya devam ediyor. Şimdi siz, onlarla zihinsel bir birlikteliğin tarafları mı oluyorsunuz? Hatırlatmak isterim, Batı medeniyetinin mezbahalarında hayvanlar besmelesiz kesilir; o nedenle biz oralarda et yemeyiz, çünkü hayvanların beslemeye olan hakkına riayet ederiz. Oralarda et yemediğimiz gibi, onların çizdiği yolda adım atmaz, doğanın ve hayvanatın üzerinde tahakküm kurma hakkımız olduğuna inanmayız. Eğer siz, yani batı ülkelerinin hayvansız sokaklarını örnek gösterenler, bu ikilemin batağından çıkmazsanız, öbür tarafta Ebu Hureyre’nin yüzüne bakacak yüzü kendinizde bulamazsınız.

Bu esnada, bir de, hangi mahalleden olursa olsun, bazı yazar ve şair unvanlı insanların da bu nefret kervanına, tür üstüncülüğüne katıldığını gördüm. Büyük ve popüler isimleri olmalarına rağmen, satır aralarından sızan bir sahteliğin kokusunu aldığım o şiirlerin, bir okuyucu olarak bende neden bir olmamışlık duygusu uyandırdığını artık iyi biliyorum. Dilbilgisi ve zengin bir sözcük dağarcığı olan herkes elbette yazabilir ama kalbi olgunlaşmamışların şiiri ancak çakma bir Louis Vuitton’dur. 

Yüksek lisans yaptığım sıralarda Halil İnalcık hocanın derslerine girerdim. Mümkünse en ön sıraya oturur, onu dinlemenin lezzetini en üst düzeyde duyumsardım. Bir gün derste laf döndü dolaştı, sokak hayvanlarına geldi. Halil hoca, “Osmanlı’da Müslüman mahallerinde köpekler besili ve cana yakın olurlardı” demişti. Bu sözü hiç unutmam, zira bende büyük bir karşılık bulmuştu. İşittiğim bu gerçeği, yirmi senedir önüme gelen herkese naklederim.

Bugün bizim mahallerimizde ise sokak köpekleri aç ve sefiller. Köpeklerin sokak aralarında, evlerin banyolarında insan tecavüzüne uğradıkları videolar internette sıklıkla karşımıza çıkıyor. Kaynar suyla yakıldıkları, sopalarla dayak yedikleri, ateşe verildikleri, her gün her dakika tekmelenip taşlandıkları, uzuvlarının kesildiği, zehirlendikleri bir hayat sürüyorlar. Bakmayın siz, medyanın kırk yılda bir üzerlerine battaniye örtülmüş sokak köpeklerini haber yapmasına. O tip görüntüler bir avuç hayvanseverin zorlu mücadelesinden, her şey yolundaymış gibi bir algı çıkarmak isteyenlerin seçimi. Yoksa sokak hayvanlarının gündelik yaşamı bir korku tünelinin içinden geçer. 

Yıllarca kendime, sokakta doğan köpeklerin enik halleriyle bile insandan neden kaçmaya çalıştıklarını sordum. Sonra anladım ki, şiddet travmasının genetik mirasıyla doğan köpekler gözlerini açtıkları ve insanla karşılaştıkları ilk anda, geçmiş kuşaklarına yaşatılan zulmün failini tanıyorlar. Yoksa verdikleri tepki inanın boşa değil! Buradan anlamamız gerekiyor ki, değişmesi gereken insandır!

Ama ne hikmetse, onlara bu kötülükleri reva görenler, türlü sapkın zevklerini üzerlerinde tatmin edenler, ellerini kollarını sallayarak aramızda yaşamaya devam ederken, tek bir olay yüzünden, memleketin tüm sokak hayvanları tarafı olmadıkları bir savaşta yok ediliyorlar. Bir kez daha tekrar etmek istiyorum, o güzel evladımızın başına gelenler kabul edilemez. Tam da bu sebeple olan olayın, görevini ihmal edenlerin yıllardır hayvanlarla ilgili yapılması gerekenleri haykıranlara kulaklarını tıkamalarının ürünü olduğunu söylüyor ve herkesi “Medine’nin medeniyetiyle” hareket etmeye davet ediyorum.  

Bu noktada, son iki haftadır, besleme yaptığım alanlarda tehdit edilmiş biri olarak şu muradımı da dillendirmek isterim; hayvanları yok etmekte gösterilen iştahın, iş çocuk tecavüzcülerine, kadına şiddet uygulayanlara, onları her gün öldürenlere gelince de kabarmasını diliyorum. Kadınlara saplanan bıçaklardan ellerine bulaşan kanla salınanların, çocuklara el uzatan karanlık ellerin de aynı hızla toplatılmasını istiyorum.

İnsanın, kendi kendini hâkim güç olarak atadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ölüme ve yaşama karar veren bir merci olduğuna inanan insan, ciğerlerindeki nefesin sönmesinin an meselesi olduğunu çok çabuk unutuyor! Bu unutuş içinde, “eşref-i mahlûkat” sıfatını, tahakküm kurmanın enstrümanı haline getiren diskurlar üretiyor. İnsanın kendini kutsallaştırması, kendine yaptığı en büyük ihanetlerden biridir. “Eşref-i Mahlûkat” olmak, Allah’a, hayata ve doğaya karşı olan borcumuzu ödemek, kanatlarımızı Allah’ın yaratıcısı olduğu tüm yaşam türleri üzerine germek olarak algılanmadığı sürece insanın beli doğrulmayacak.

Son olarak, bu nefret ikliminde hayatları ellerinden alınan tüm hayvanlardan türüm adına özür diliyorum.  Gözlerinizden en çok çaresizliği okuduğum sizlerin, çok korktukları dişlerinizin işkenceciler karşısında hiçbir işe yaramadığını, sırtınıza inen sopaları, karnınıza atılan tekmeleri yedikten sonra bile, size yumuşak bir sesle seslenen insanlara yine sevgi gösterdiğinizi gören gözlerimden yaşlar boşanıyor.

Tüm gücümle sizlere bir kap yemek ve yatacak bir yer sağlamak için çırpınmaya devam edeceğim. Size uzanan eller karşısında daha önce yaptığım gibi gerekirse uyuduğunuz yerlerde nöbet tutacağım. Beni ve benim gibileri meczup, deli, hasta diye yaftalamalarına, köpek bakacağına git de aç doyur diyerek kınamalarına aldırmayacağım. Çünkü biliyorum ki onlar, açları da mahallelerinden kovuyorlar. Belki onlara merhametin başlıklara ayrılamayacağını hiçbir zaman anlatamayacağız. Her fırsatta kovdukları mültecileri kardeşimiz bildiğimizi, “gated community”lerine sığdıramadıkları yetimleri çocuğumuz bildiğimizi de anlatamayacağımız gibi…

Siz sevgili hayvanlar, yüreğimin tam ortasında yaktığım büyük bir ağıtsınız.  

H. Demet Akan

İZDİHAM