26 Ekim 2020

Flannery O’Connor, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır

ile izdiham

Thomas pencerenin kıyısına çekildi, başını duvarla perde arasındaki boşluğa gizleyip arabanın giriş yoluna yanaşmasını izledi. Annesiyle küçük orospu iniyorlardı. Önce annesi çıktı, ağır, sarsak adımlarla, sonra küçük orospunun uzun, hafif çarpık bacakları göründü, eteğini dizlerinin üstüne çekmişti. Çınıltılı bir kahkahayla, kendisini karşılamak için ok gibi fırlayan, mutluluktan keyifle hoplayıp zıplayan köpeğe koştu. Öfke Thomas’ın iriyarı bedeninde suskun, uğursuz bir yoğunlukla birikti, tıpkı bir araya toplaşan bir kalabalık gibi.

Artık kararını vermek zorundaydı, ya bavulunu toplayıp otele çıkacak ya da burada kalıp evin boşalmasını bekleyecekti.

Nerede bavul bulacağını bilmiyordu, eşya toplamayı sevmezdi. Kitaplarını elinin altında isterdi, yazı makinesi battaldı, elektrikli battaniyeye alışmıştı, lokanta yemeklerini içi kaldırmıyordu. Annesi o gözünü budaktan esirgemeyen yardımseverlik duygusuyla evin huzurunu bozmak üzereydi.

Arka kapı hızla çekildi; kızın kahkahası mutfaktan sofaya, sahanlıktan odasına yükselince elektrik çarpmışa döndü Thomas. Sıçrayıp öfkeyle süzdü ortalığı. O sabah söyledikleri tartışma götürmezdi: “O kızı bir daha bu eve getirirsen, ben gidiyorum. Seçimini yap – ya o ya ben.”

Annesi seçimini yapmıştı işte. Boğazına bir kıskaç yapıştı. Otuz beş yıldır hiç… Genzinin yandığını fark etti, ağladı ağlayacaktı. Ama hayır: Annesi seçim falan yapmamıştı. Yalnızca oğlunun elektrikli battaniyeye düşkünlüğüne güveniyordu. Yanıldığını göstermeliydi ona.

Kızın kahkahası bir daha çınladı evde, Thomas’ın yüzü tiksintiyle büzüştü. Kızın geçen geceki hali canlandı gözünde. Odasına dalmıştı düpedüz. İrkilip uyandığında odanın kapısını açık, onu içeride bulmuştu. Sofadan vuran ışık, kendisine doğru dönen yüzü aydınlatmaya yetiyordu. Müzikal komedilerdeki komedyenlerin yüzlerine benziyordu: sipsivri bir çene, elma yanaklar, kurnaz ama boş bakan gözler. Hemen yatağından fırlamış, bir iskemle kaparak dürte dürte sürmüştü onu odasından, yırtıcı bir kaplanı püskürten bir hayvan terbiyecisi tavrıyla. Sofa boyunca sessizce geri geri sürmüştü onu, annesinin oda kapısına geldiğinde durup kapıyı tıklatmıştı. Kız soluğunu tutup konuk odasına kaçmıştı.

Biraz sonra annesi kapıda belirmiş, kaygılı bakışlarla ortalığı süzmüştü. Yüzü geceleri sürdüğü yağlı kremden parlıyordu, başı pembe bigudilerle kaplıydı. Kızın yok olduğu noktaya bakakalmıştı. Thomas püskürteceği bir hayvan daha varmışçasına iskemleyi önüne siper ederek onun karşısına dikilmişti. “Odama girmeye çalıştı,” demişti dişlerini sıkarak. “Uyandığımda odama girmeye çalışıyordu.” İçeri girip kapıyı arkasından kapamış ve öfkeyle bağırmıştı: “Bu kadarına katlanamam! Bir gün daha katlanamayacağım, haberin olsun!”

Annesi korkusundan yatağına kadar gerilemiş, yatağın kenarına ilişmişti. İriyarı gövdesine oranla her nedense güdük kalmış küçücük bir kafası vardı.

“Sana son kez söylüyorum,” demişti Thomas. “Buna bir gün daha katlanamayacağım.” Annesinin bütün davranışlarında aynı eğilim belirgindi: (son derece iyi bir niyetle olsa da) erdemi alay konusu yapma, hiç düşünmeden ısrarla peşinden koşarak hem erdemi gülünçleştirme hem de etrafındaki herkesi budala durumuna düşürme eğilimi. “Bir gün bile,” diye yinelemişti Thomas.

Annesi abartılı bir şekilde başını sallamıştı, gözü kapıdaydı hâlâ. Thomas iskemleyi onun önüne koyup oturmuştu. Doğuştan özürlü bir çocuğa bir açıklama yaparcasına eğilmişti öne doğru.

“Bu bakımdan da talihsiz zavallı kız,” demişti annesi, “öbürleri yetmiyormuş gibi. Çok feci, çok. Bana hastalığının adını söyledi de unuttum, ama kendini engelleyemiyormuş bir türlü. Hastalığı doğuştanmış Thomas.” Ardından elini çenesine koyarak, “Ya sende olsaydı o hastalık?” diye eklemişti.

Thomas çaresizlikten boğulacaktı nerdeyse. “Bir türlü anlatamayacak mıyım sana?” demişti hırıltılı bir sesle, “onun elinden bir şey gelmiyorsa senin de gelmez.”

Annesinin sokulgan ama hiçbir şeyden etkilenmez görünen gözleri, günbatımı sonrasında uzak ufukların maviliğindeydi. “Nemfilanmış,” diye mırıldanmıştı.

“Nemfoman,” demişti Thomas sertçe. “Sana böyle cafcaflı laflar öğretmesi, gözünü boyaması gerekmez. Ahlaktan yana sakat biri o. Bu kadarını bilmen yeter. Doğuştan ahlaksız, tıpkı böbreksiz ya da ayaksız doğmuş bir sakat gibi. Ne dediğimi anladın mı?”

“Senin de öyle olabileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum,” demişti annesi elini çenesinden çekmeden. “Ya sen öyle olsaydın da herkes sana sırt çevirseydi, ben neler hissederdim sence? Böyle pırıl pırıl bir genç değil de nemfilanın teki olsaydın, kendini tutamayıp…”

Thomas dayanılmaz bir nefret duymuştu kendine, gitgide usulca o kıza dönüşüyormuşçasına.

“Peki ne giymişti?” diye sormuştu annesi birden, gözlerini kısarak.

“Hiçbir şey!” diye kükremişti Thomas. “Söyle, onu bu evden atıyor musun atmıyor musun?”

“Onu nasıl sokağa salarım?” demişti annesi. “Daha bu sabah yine canına kıymaktan söz ediyordu.”

“Hapishaneye gönder o zaman,” demişti Thomas.

“Onun yerinde sen olsaydın seni hapishaneye yollar mıydım Thomas?”

Thomas ayağa kalkmış, iskemleyi kapıp sinirleri daha fazla bozulmadan odadan fırlamıştı.

Thomas annesini seviyordu, mizacının bir parçasıydı bu, ama yine de ara sıra onun kendisine duyduğu sevgiye katlanamadığı anlar oluyordu. Ara sıra bu sevgi içinden çıkılmaz bir budalalığa dönüştüğünde, denetleyemeyeceği birtakım güçlerin, görünmez a- kıntıların varlığını hissediyordu. Annesi hep en basmakalıp düşüncelerden –bana böyle yapmak düşer– yola çıkarak, karşılaştığında asla tanıyamadığı şeytanla gözü kara anlaşmalara girişirdi sonuçta.

Thomas şeytan sözcüğünü yalnızca mecazi anlamda kullanıyordu, ama annesinin başını soktuğu belaları çok iyi açıklıyordu bu mecaz. Zekâsı biraz gelişmiş bir kadın olsa, ona Hıristiyanlığın ilk döneminden örnekler göstererek erdemde aşırılığın kabul görmediğini, ölçülü bir iyiliğin, kötülüğü de ılımlı bir ölçüye indireceğini kanıtlayabilirdi; sözgelimi Aziz Antonius evinde kalıp kız kardeşiyle ilgilenseydi, başı şeytanlarla derde girmezdi.

Thomas ahlakı hor görenlerden değildi, ayrıca erdeme değil karşı çıkmak, onu düzenin temel ilkesi, yaşamı katlanır hale getiren tek öğe olarak değerlendiriyordu. Kendi yaşamı annesinin makul erdemleriyle –evi çekip çevirmedeki hamaratlığı, usta aşçılığıyla– katlanılır hale gelmişti işte. Gelgelelim annesi –şu anda olduğu gibi– erdemlilikte ipin ucunu kaçırdığında Thomas üstüne şeytanlar üşüşmüş gibi hissediyordu; bu şeytanlar kendisinin ya da ihtiyar annesinin uydurduğu düş ürünleri değildi üstelik, basbayağı evde ikâmet ediyorlardı, kendilerine has kişilikleri vardı, görünmeseler de oradaydılar, her an bir çığlık koyverebilir, bir şeyleri tangırdatabilirlerdi.

Kız bir ay önce sahte çek vermekten soluğu eyalet hapishanesinde almış, annesi de gazetede onun resmini görmüştü. Kahvaltı sofrasındalarken resmi uzun uzun inceledikten sonra kahve ibriğinin üstünden ona uzatmıştı. “Düşünebiliyor musun,” demişti, “daha on dokuz yaşında, o pis zindana tıkılmış. Hiç de kötü bir kıza benzemiyor zavallı.”

Flannery O’Connor

İZDİHAM