28 Aralık 2021

Fatma Barbarosoğlu: “Hayatım boyunca doğru soruyu sorup soramadığımı dert edindim.”

ile onurkorkmaz

Eleştiri Üzerine Yedi Söyleşi, dumanı üstünde bir kitap. Fatma Barbarosoğlu’nun doksanlı yıllarda farklı dergilerde yayımlanmış; Tarık Buğra, Memet Fuat, Fethi Naci, Tahsin Yücel, Gürsel Aytaç, Ayşe Şasa ve Mustafa Kutlu ile eleştiri üzerine yaptığı söyleşilerden oluşuyor. İnce hacmine rağmen sorularıyla ve cevaplarıyla değerlendirilmeyi, üzerine uzun düşünmeyi gerektiren bir kitap. Kitabı hazırlayan Asım Öz; sunuşunda şöyle diyor “Öncelikle başta eleştiriyle uğraşanlar ve sanatseverler olmak üzere kültür tarihine ilgi duyan tüm okurlara hitap eden bu kitabın, yazarların eserlerine yeni ufuklardan bakmayı mümkün kılacağı rahatlıkla söylenebilir.” Asım Öz’ün cümlesine ben de bir ilave yapmak istiyorum; kitap yaşı kaç olursa olsun hikâye, roman yazma gayretinde olanlar için de bir kılavuz niteliği taşıyor.

Biz de bu önemli kitapla ilgili Fatma Barbarosoğlu’nun kapısını çaldık. Sunuş yazısında “Kişinin geçmişine bıraktığı sorular, aynı zamanda meraklarını ve heyecanlarını da saklıyor.” dediği söyleşilerin hikâyesini birkaç soruyla kendisinden dinledik.

“Asım Öz söyleşilerin kitap olarak yayımlanması gerektiğine dair beni ikna edinceye kadar ben vakti zamanında böyle söyleşiler yaptığımı hatırlamıyordum bile.”

Söyleşi yaptığınız isimler söyleşilerin yapıldığı günlerde de günümüzde de önemli isimler; hem sorular hem de cevaplar Türk edebiyatı için çok kıymetli. Neden sıcağı sıcağına o yıllarda yayımlanmadı da bugüne kadar bekledi? Kalıcılığından yola çıkarak bir soru daha ilave etmek istiyorum. Soruları hazırlarken veya gelen cevapları ilk okuduğu anlarda sizin ifadenizle “30 yaşında küçük bir bebeğin annesi Fatma”, bu söyleşilerin Türk edebiyatı tarihi için kıymetli ve kalıcı olduğunu hissetmiş miydi?

Söyleşiler sıcağı sıcağına yayımlandı. Beşi Dergâh’ta, ikisi Türk Edebiyatı Dergisi’nde biri de İzlenim Dergisi’nde olmak üzere. Çok da ilgi gördü yayımlandığı tarihte. Soruları soran 30 yaşındaki taze anne henüz doktora öğrencisi idi ve sadece kendisine verilen “görevleri” şevkle yapmanın derdindeydi. Kalıcı olup olmadığı meselesi hiç gündeminde değildi. Merhum hocam Prof. Dr. Nihat Keklik, “Felsefe doğru soruyu sorma temrinidir” derdi. Ben de hayatım boyunca doğru soruyu sorup soramadığımı dert edindim. 90’lı yıllarda ayda bir defa Dergâh’a giderdim. Kelimenin bütün çağrışımları ve muhtevası ile Dergâh’a giderdim. Bazen ağlayarak eve dönmeme rağmen bir ay sonra yine de giderdim. O gidişlerden ödev ile dönerdim. Bu söyleşiler o ödevler işte. Ama bu söyleşilerin bir gün kitap olacağını hiç düşünmedim. Asım Öz söyleşilerin kitap olarak yayımlanması gerektiğine dair beni ikna edinceye kadar ben vakti zamanında böyle söyleşiler yaptığımı hatırlamıyordum bile.

Kitap Tarık Buğra merhumun söyleşisi ile başlıyor. Allah rahmet eylesin, sanki yanımda bana konuşuyor hatta biraz kızgın, yüksek sesle anlatıyor gibi geldi, öyle canlı idi metin. (Bu canlılık biraz da eleştiriye dair meselelerimizin de canlı olduğunu göstermesi bakımından epey düşündürücü, onu da ayrıca belirtmek lazım.) Size okur tepkileri ulaştı mı? İlk okuyanlar nerden gördüler metinleri, neler söylediler size?

Merhum Tarık Buğra ile yaptığımız söyleşi Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayınlandı. Oradan bana bir okuyucu tepkisi ulaşmadı. Ulaşmadı diyorum takdir edersiniz 90’ların başında iletişim mektup üzerinden oluyordu. Tarık Buğra’nın sesini hala duyuyor olmamız elbette onun hem toplumsal hem de edebi eleştiri üzerine daima düşünmüş olmasından kaynaklanıyor. Mesela siz Prof. Dr. İsmail Kara ile Bir Düşünce Tarihi metni olarak İstiklal Marşı kitabı üzerine söyleşi yaptınız çok kısa bir zaman önce. Meselenin daima canlı olması açısından Mehmet Akif örneği çok çarpıcıdır. Tarık Buğra’nın Politika Dışı kitabında yer alan 1964 yılında yayımlamış olduğu “Akif’in Düşündürdüğü” adlı bir makalesi vardır. “Mehmet Akif tertemiz bir mümin olduğu için mi silkilip atılmak istendi?” diye sorar Tarık Buğra ve Çanakkale Destanı’nın Hugo’nun Waterlo’sunu gölgede bıraktığını söyler. A. Gide, Hugo için “En büyük şairimizdir” derken Türk Edebiyatı Mehmet Akif’i neden görmezlikten gelmeye kalkmıştır! Merhum Tarık Buğra edebi kamunun tercihleri ve taltifleri noktasında hayatı boyunca eleştirel mesafesini korumuş bir kalemdi. Sanırım size geçen cereyan bununla ilgili…

Aslında Tarık Buğra söyleşisi için değil, şimdi yayınlanan kitapla ilgili ilk okur tepkilerini merak ettim, bunu kastetmiştim. Ben mesela daha ilk söyleşi de etkilendim, sorulardan ve cevaplardan. Güncel okur tepkileri yani. Nerden gördüler, nasıl gördüler söyleşileri?

Okur tepkisi için henüz erken. Kitap dağıtıma verileli birkaç hafta oldu. Diğer taraftan pandemi şartları insanların okuma frekansını ve dikkatini bir hayli düşürdü. Bazı okuma grupları kitabın çıkacağı haberini alır almaz okuma grubunda okuyacaklarını söyledi. Bir an mütereddit kaldım. Bu kitabın okuma grubu için iyi bir seçenek olup olmadığı konusundaki görüşümü dile getirmek noktasında. Okuyucu olarak değil de yıllardır benimle birlikte seyir hâlinde olan kıymetli dostlarımın ve genç arkadaşlarımın bu kitap dolayımından ne ile karşılaşmış olduklarından bahsedebilirim belki. İlk tepkileri sadece yaşlarını nazara vererek şöyle paylaşabilirim:

  1. (21 yaşında) “Söyleşiler çok yoğun. Çok şey öğretiyor. Sanki tarih ile edebiyat buluşmuş gibi. Benim hiç bilmediğim bir döneme misafir oluşum gibi.”
  1. (50 yaşında) “Söyleşileri okurken çok şaşırıyorum. Ben o dönemde Dergâh abonesiydim. Orta Sayfa söyleşilerini de çok zevkle okuduğumu hatırlıyorum. Ama aynı tema altına bir kitapta toplanmış olması düşüncemi yoğunlaştırmak açısından bana iyi geldi.”
  1. (42 yaşında) “Ben sizi İsmet Özel söyleşisi ile tanıdım. Kitapta onu bulamayınca şaşırdım. O söyleşi hâlâ hatırımdadır.”
  1. (50 yaşında) Edebiyat öğrencilerinin muhakkak okuması gerekiyor.

“O soruları Halide Edip’in “kuş öter gibi” dediği türden kendiliğinden sormuşumdur.”

Atladığım bir hususu şimdi fark ediyorum. Ve eğer kabul ederseniz şunu sormak istiyorum. Ben daha önce de sizden benzer bir cümle işitmiştim. “Bazen Dergâh’tan ağlayarak eve dönme” hâlinin sebeplerini bizimle paylaşır mısın? Bunu sorma sebebim “özel”i, “mahrem”i deşmek değil. Bugün bu kitapta, o günün gözyaşı da var çünkü. Ödev demiştiniz, ödevlerin zorluğu muydu mesela? (Burada duygudaşlık babında bahsetmem gerekirse; Dergâh’tan ağırlıklar hissederek ayrıldığımı, yazma meselesi ile ilgili meşakkatli yolları sezip, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye kara kara düşündüğümü çok iyi biliyorum.)

Soruyu memnuniyetle kabul ederim. Ancak Eleştiri Üzerine Yedi Söyleşi kitabından ilerlediğimiz için bu bahse girmek istemem. Ama sadece “Neden Dergâh’taki görüşmelerden sonra ağladığım” üzerine (gülümsüyor) bir söyleşi olduğunda memnuniyetle sorunuza cevap veririm. Dolayısıyla müsaadenizle sorunuzun sadece “görev” in zorluğu üzerinden olan kısmını cevaplamak istiyorum. Benim için hiçbir “görev” zor değildir. Sebebi, çok kolay “hayır” diyebilmemde gizli. Yapamayacağımdan, iyi yapamayacağımdan emin olduğum hiçbir görevi kabul etmem. “Ortaya çıkanın kötüsü olmaz”, “kervan yolda düzülür” gibi anlayışlar benim iş yapma ilkelerime ters. Bir şey iyi yapılmayacaksa hiç yapılmasın diyenlerdenim. Bunu elbette inşa etme üzerinden söylüyorum. Yoksa konu gündelik hayat ise aç kalmaktansa iyi kötü bir yemek kotarmayı tercih ederim. Gündelik hayat rutininde ilkem “Çok güzel, güzelin düşmanıdır.” Eleştiri Üzerine Yedi Söyleşi kitabında yer alan söyleşileri Mustafa Kutlu’nun verdiği ödev olarak yaptım. Ancak bu ödev benim için hiç zor olmamalı ki hatırlamıyorum bile. Biraz zor olsaydı muhakkak hatırlardım. Muhtemelen o soruları Halide Edip’in “kuş öter gibi” dediği türden kendiliğinden sormuşumdur. Muhtemelen o sorular potansiyel olarak bende var olduğu için Mustafa Kutlu o “ödev”i vermiştir. Çünkü o sıralar Dergâh’ın yanı sıra Varlık ve Adam Sanat dergilerini de takip ediyordum. Orada gördüğüm bir yazı üzerinden Mustafa Kutlu’ya sorular sormuşumdur, o da “Sen bunları en iyisi sahibine sor” türünden bir şey söylemiş olmalı. Mustafa Kutlu tek başına benim kuşağım için muazzam bir atmosfer inşa edici idi, kime ne “ödev” vereceğini çok iyi bilirdi.

“Soruları sorarken nasıl hazırlandığımı/hazırladığımı hatırlamıyorum. Hiç uyumayan bir bebeğin annesi idim. Muhtemelen onu pusete yatırmış sokaklarda dolaşırken zihnimden yazıyormuşumdur.”

Siz “kuş öter gibi”, kendiliğinden diyorsunuz ama soru içinde sorular var. O günlerde -üstelik taze annesiniz- sorularınızı hazırlarken nasıl çalışmıştınız, hatırlıyor musunuz? Bu soru ise bir soru daha gerektiriyor. Soru sorma sanatına dair neler söyleyebilirsiniz?

Soru sormak, belki sanattır. Ama bendeniz felsefe öğrencisi olduğum için soru sormak bize sanat olarak değil bir düşünme metodu olarak öğretildi. İlk ders hocam Mahmut Kaya’nın soruları bir film sahnesi gibi durur zihnimde. Amfideyiz tahtaya vuruyor Mahmut Hoca, bu nedir? Tahta/Tahta olmadan önce neydi?/Masa/Masa olmadan önce neydi?/Ağaç/Ağaç olmadan önce neydi?/Tohum. Tohum olmadan önce neydi? “Tohum olmadan önce neydi?” sorusu bir yürek kabarması, baş dönmesi olarak yerini daima muhafaza etti. Merhum hocam Nihat Keklik felsefe ve soru bahsi üzerinde çok dururdu. “İnsanın bir konuyu ne kadar anladığı o konudan çıkarabildiği sorulara bağlıdır” derdi. Ben pek sağlıklı bir çocuk değildim. Azıcık hareket etsem burnum kanardı. Arkadaşlarım oyun oynarken kendi kendimi meşgul etmeyi öğrenmem gerekiyordu. Yani meşrep olarak felsefeye, sorular bahsine müsait idim. Soruları sorarken nasıl hazırlandığımı/hazırladığımı hatırlamıyorum. Hiç uyumayan bir bebeğin annesi idim. Muhtemelen onu pusete yatırmış sokaklarda dolaşırken zihnimden yazıyormuşumdur. Soruları nasıl hazırladığımı değil ama nasıl gönderdiğimi hatırlıyorum, faks ya da posta yoluyla. O zamanlar günümüzdeki kadar kolay değildi iletişim.

Sorular bahsinden devam etmek istiyorum biraz. Edebiyat tarihimizin önemli isimlerine soru yöneltmişsiniz. “Şu soruyu iyi ki sormuşum” dediğiniz sorular hangisi? Elbette bu bahiste, “Keşke şunu sormasaymışım” dedikleriniz var mı?

“İyi ki sormuşum”, “Keşke sormasaymışım” diye düşünmek, çok benim meşrebime uygun değil. Neticede insan “iyi ki”lerden ve “keşke”lerden mürekkep. Ama kitaptaki soruları okurken 30 yıl önce “daha cesur” olduğumu, bugün bu soruları asla soramayacağımı düşündüm önce. Sonra bunun benim cesaretimle değil edebi kamunun zayıflaması ile alakalı olduğunu fark ettim. Günümüzde dergi ve gazetelerde sadece “tanıtım söyleşileri” ve yazıları var. “Çok satan yazarlar” aşırı korunaklı bir atmosferin içinde sadece kitaplarının reklamını yapmak için “lûtfen” cevaplıyorlar soruları. Hâl böyle olunca kitaplar satılıyor satılmasına ama değerlenme kısmı sası kalıyor.

Söyleşilerle aşağı yukarı otuz yıl öncesinin eleştirmenlik hâllerini okur-yazar-eleştirmen görüşleri üzerinden topluca görme imkanına sahip oluyoruz. Eleştiri ile ilgili sizin sorularınızla ve verilen cevaplarla “Şekli şemali belli sancılar, meseleler bugün de aynı hâldedir” desek, yanılır mıyız?

Keşke aynı diyebilseydik. Bugün eleştiri bahsinde dünden gerideyiz medyayı düşündüğümüzde. Neyse ki akademide nitelikli eleştirilere rastlama imkânımız halâ var.

Takdim yazınızda size cevap verenlerin meşrep farklılığından -sizin ifadenizle “farklı frekanslar”dan- bahsetmişsiniz ki bu fark hemen seziliyor. Bu meşrep farklılığı ile ilgili iki sorum var. İlki şu; 90’ların edebi kamusu, “farklı frekanslar”ı yani, sorduğunuz sorulara içtenlikle cevap vermiş. Fethi Naci mesela “Solcu olan her edebiyatçıyı tutmayı görev sayıyordum” diyerek hayat tecrübesi ile kendi bakış açısındaki değişimi anlatıyor. Bugün aynı iletişim devam ediyor mu, farklı frekansların iletişimine dair gözleminiz nedir?

Maalesef bunu gözlemleyebilecek imkânlara sahip değilim. Gözlemlerim daha ziyade “bizim cenah” ile ilgili ki bu konudaki görüşlerimi belki bir gün nehir söyleşi olarak kamuoyu ile paylaşırım.

Yedi söyleşiden tadımlık

  1. “Zaman geçer, gerçek kafanıza dank eder ve siz eleştirinin de eleştirmenin de sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel, sosyopsikolojik radyografiğini okuyabilecek duruma gelirsiniz. O zaman da eleştirmenler ilgisinin mesele yapılamayacağını hatta bunu mesele yapmanın sizi önemli şekilde engelleyeceğini kavrarsınız. Boş verir, gelgeç aşkı bırakır; evinize, eşinize yani işinize dönersiniz. Tek çabanız, tek amacınız artık yapabileceğinizi yapmak olur.”

Tarık Buğra

  1. “Ne var ki eleştirinin de iyisi kötüsü, dürüstü düzmecesi olduğunu unutmamak gerekir. Sözlerim hem dürüst hem de başarılı eleştirmenler üstüne. Yoksa eleştirinin kötüye kullanılabileceğini, kullanıldığını çok iyi biliyorum.”

Mehmet Fuat

  1. “Siyasal güçle bağlantının sakıncalarını, bu bağlantının her zaman edebiyatın zararına olacağını o başlangıç yıllarında göremiyordum; görmek bir yana “solcu” olan her edebiyatçıyı tutmayı, desteklemeyi ödev sayıyordum. 40 kuşağının yetersizliğinden söz edebilmem için otuz yıl okuyup yazmam gerekti. Evet, eleştirmenin “hayat tecrübesi” bu: Okuyup yazmak. Ufkun genişlemesi bununla mümkün.”

Fethi Naci

  1. “Bir eleştiri yazarken öykücü, bir öykü yazarken eleştirmen olduğunuzu unutmamakta fayda vardır. Kimse de roman yazmaya eleştirmen kimliği ile oturmaz ancak eleştirmen de oradadır gene, arada romancıyı dürter, geriye çeker.”

Tahsin Yücel

  1. “Yazarla eleştirmen arası bildim bileli “limoni”dir. Oysa yazarlık, yalnızca kurmaca yazarlığı (romancılık, öykücülük) değil, eleştiri de yazarlığın kapsamına girer. Yani ‘Romancı olamadın da mı eleştirmen oldun’ tavrı bence polemik bir yaklaşım.”

Gürsel Aytaç

  1. “Halktan farklı olmak, halktan ayrı bir dil, tavır ve üslup geliştirmek. Osmanlı bunu hiçbir zaman ihanete vardırmamıştı.”

Ayşe Şasa

  1. “Taraf tutma, takım tutma işinde yokum. Kendi inanç, görüş ve eğilimlerime yakın eserleri sevmeye, övmeye hakkım vardır. Tabii, eğer eser de bunu hak ediyorsa. Bir daha tekrar edeyim: Yazdıklarım öznel şeylerdir. Ben bir okuyucuyum, münekkit değil.”

Mustafa Kutlu

Söyleşi: Mukadder Gemici

Dünya Bizim

İZDİHAM