18 Kasım 2020

Ethem Erdoğan, Şairin Tabutu

ile izdiham

Yazar Ethem Erdoğan’ın Şiirden Şuura adlı özel çalışması İzdiham Yayınları’ndan çıktı. Başta genç şairler olmak üzere şiirle ilgilenen herkese tavsiye edilir. Aşağıdaki metin onun aynı adlı kitabından Şairin Tabutu adlı bölümünden alıntıdır.

“Bağımsız Şiir” başlıklı çalışmaya: “Modern sanat anlayışına göre ‘en iyi eser’, hiçbir anlayış referansı olmayan eserdir. En iyi vurgusu bir çeşit ‘orijinallik’ ihtiva eder.” Cümleleriyle giriş yapmıştım. Bu tarzda bir dibace, başka bir sanat-sanatçı anlayışını ötelemeden, şiirin bağımsız olamayacağı gerçeğini ifade etmek içindi. İşin özünde cari bir şiir algılayışının olamaması, ontolojik olarak duruyordu çünkü. ‘Cari şiir’ kavramlaştırmasını ‘mûteber’ anlamından ziyade, tedavüldeki şiir olarak algılamanın şart olduğunu da öndelik olarak söylemeliyim. Hoş, zaten cari olan bir çeşit dayatılandır da. Edebiyat dergilerinde yayınlanan pek çok şiir(imsi-n)in, pek çok müteşairi, fersiz ve arsız şekilde işaret ed(em)iyor olması, yayınlanıyor olması; yani, cari-dolaşımda olması, o metnin kendi dışında bir şeyi gösterememesinden kaynaklanıyor.

Şiir deniliyorsa/denilecekse eğer bir metin için müteharrik ve uyarıcı olması durumu ilk gerekliliktir. Bu cümleyi açmak için şunu da söylemeli: Metin, belleğimizdeki bir görüntüyü, bir duyarlılığı işaretlemelidir. Bu duyarlılık ya da görüntüyü yaralamalı ya da otamalıdır. Bunun bidayeti çağrışımsa eğer, nihayeti imgedir.

Çağrışıma, sembole, imgeye yakalanamayan şair; ‘şairanelik hırsı’ içinde boğulmakta ve esasen şiirin özü olan bilinç ve vicdanı itelemektedir. Bunun bir adım sonrası, insani fıtri-üstün/öte hakikat yerine, arızi-nefsi gerçekliklere yaslanarak türetme yoluna gitmektedir. Yine bu saikla, zamanenin alt ve popülist giderine uyarak bir de tasannudan soyutlayınca kendini, dosta düşmana karşı, sesin ve üreteceği müziğin lüksüne de uzak kalmak zorunda hisseder.

Yapabileceği son hileye başvurmak zorundadır artık. Bu da espridir. Şaşırtmadır. Belki de fırçalamaktır bu her anlamıyla. Bir şair dostumun ifadesiyle: “Çamaşır yıkama zamanı gelmiştir.” (Halil Güney) Dilin şiir işlevi üzerine ve şiir dilinin ontolojisi üzerine bir miktar düşünmeye davet edelim.

Şiirin önü-dışı; mesela âhenge dayalı yapısı (sesi), kendi başına var olan/olması gereken bir tabakadır; yani bağımsızdır. Bu bağımsızlık etkisizlik değildir elbette. Anlamı ve bütün arka-iç yapıyı da ilgilendirmektedir. Çünkü sözcüklerin tınısı ile anlamı belli bir ilgi hatta ilişki içerisindedir. Mallarmé ve Paul Valery’nin ortak görüşlerine başvurduğumuzda da bu gerçek görülmektedir: Şiirin yabancı dile çevrilemeyeceği, en küçük bir değişikliğin, şiiri şiir olmaktan çıkaracağı… Pek çok usta da bu meyandaki açıklamalarında: “Kendi dilinde bile açıklanmaya gelmeyen şiirin bir başka dilde yaşaması, bir başka dile çevrilmesi imkansızdır.” demektedirler. Onlar bu düşünceleri kendi şiirleri için söylemişlerdir, yani her şiir için. Bu da öte/meta dil algılayışıdır. Bu dilin en temelinde çok anlamlılık ve kendi dışındaki hiçbir şeyi öncelememek vardır. Kurgusu ve mantığı kendine özgüdür. Kelime ile anlam bağı göz ardı edildiğinde, şiirin kurgusu ortadan kalkar. Çünkü şiirin ses ve anlam yapısının değişmesi, tüm yapının değişmesi sonucunu doğurur.

Yapı değişikliğiyle sahih şiir çökmese de yaralanır. Cari şiir ve şair bağlamına yeniden dönmekte fayda var bu noktada. Şiire yakalanamayan, ‘şairanelik hırsı’ içinde boğulan, bilinç ve vicdanı iteleyen üstün/öte hakikat yerine, arızi-nefsi gerçekliklere yaslanarak türetme yoluna giden şair(!) tavırlarına. Bunun kimseye hatta kendisine bile faydası da zararı da yoktur. Buna göz yuman, bunu kavrayamayan, kavrasa bile ilişkiler sebebiyle durumu önemsemeyen çevre için de kısa vadede ne getirisi ne de götürüsü olmaz. Ancak okuyan-yazan kesime zikredilen taife öncü ve örnek gösterilmektedir. Bu tarafıyla bir fecaatin yaşanmasına ortam hazırlayan herkes her zaman, en zarif söyleyişle, suç işlemektedir. Eskimez sözün bütünüyle: “Sui misal emsal teşkil etmez.” (Cevdet Paşa-Mecelle) Yine eskimeyenlerin sözüyle: “Kem âlat ile kemâlat olmaz.” Bunun şiir-şair-edebiyat çevresindeki yeri, nereden bakarsak bakalım abestir. Çünkü bu fi tarihinde zaten en güzel(!) örnekleriyle birlikte yok olmuş ve literatüre girmemiştir. Örneğin: Özdemir Asaf.

Dilin şiir toplamında yer almayı önemsememek, belki bir miktar açıklayıcıdır. Hatta elitist tavırların da bir ölçüde aydınlatılması anlamına da gelir. Bu açıklama da zaten sözü edilen iddiadaki kişiyi bağlar. Tersinden bakarsanız eğer; şöyle bir cümledir bir taraftan da: “Bu şiir toplamı, genel şiir birikimi içinde ifadesini bulamamış, hatta hiçbir zaman bulamayacak. Ancak, bu durum günümüzde benim bunun üzerinden öne çıkmama vesile teşkil ediyor. Bir klik içinde yer edindiriyor. Şair payını alıyorum. Dolayısıyla bugün için işe yarıyor. Fayda sağlıyor.” Bu cümleler zaten dillendirilemeyendir. Tabudur. Şairin(!) dünyada içine girdiği tabuttur. Onun bunlarla olması, çevreyi de rahatsız etmez. Çünkü ortaya çıkan kazanım, (Bir nevi manevi rantı da içermektedir.) ortaklaşa kullanılmaya fazlasıyla uygundur. Bu tabiri caiz ile aynı avı sırayla değişik yırtıcıların yemesi gibidir.

Şiirin, bir soru ya da bir cevap olmaması müteşairin pay derdini yok etmez. Yine ‘Bağımsız Şiir’ den bir alıntı yapalım: “Şiiri bir soru ya da mesele olarak alımlayan müteşairlerdir ki; her şairin özgünlüğü üzerinden anlamsız şüpheler oluşturup şairi aidiyete zorlarlar. Bu aidiyetin gölgesinde oluşan koyu bir karanlık besler onları. Oluşturdukları kliklerde kerameti kendinden menkul ağabeyler olurlar. O müteşairler ki şiire kendilerini pazarlama görevi verirler. Klikleri onları yüzyılın en büyük şairi falan ilan eder. Haddi zatında, onlar şiire yükledikleri görevler bakımından bir usta, zanaatında iyi bir kişiye dönüşürler. Bu klikler şiirin ruhuna uzaklıkları mesabesinde zanaatta mertebe kazanır. Şiire kendini pazarlatmaktan asla gocunmazlar. Şiir serüvenimizin pek çok evresinde, sanatını politik amaçları için silah olarak kullanan adamları zamanın büyük şairi olarak görürler.”

Gerçekten şiir üzerine söz edecek, edebilecek yetkinliktekiler, sorulmadıkça söylemezler. Sırça köşklerinden bakıp bakıp gülümserler. Bir gün kendilerine, ‘ağabey ya da hakem’ olarak fikir sorulmasını beklerler, yine bir haz, bir ego ürünü olarak. Hatta yakalanan avdan bir porsiyon, tabii ki büyük pay tekliflerine evet demek de caizdir. Bu icaz, Ece ustaya kadar dayanır.(!) “Şiirimiz karadır ağabeyler!” Usta haklıdır elbette. Zaten ağabey ya da hakem olduklarında da sadra şifa sözler söylemezler. Çünkü vahşi politikaların uygulayıcıları her zaman kendine bağladıkları ülkelerde düşman kardeşler üretir ve kardeşler kavgaya tutuştuğunda da gelip ağabeylik yaparlar. Bu ağabeyler aynı zamanda batıya düşmanlık etmeyi başaranlardır.

Müteşairin yapabiliyor olduğu geçici ve dünyevi ve süfli fiiller, onu asla çıkamayacağı bir kısır döngü içine sokar. Gündelik dil. Bu, sınırı belirlenmiş bir bölgedir. Fasit daire içinde kendini tüketir. Kelimenin konuluş anlamında mahpustur artık. Oysa şaire sınır çizmek hücceti, yeryüzünde yalnız peygamberlere verilmiştir. Kendine sınır çizen müteşair en fazla kendi olur. Eğretilemesi bile yoktur. Kendi dışında hiçbir şeyin göstergesi olmaması, en ince tabiriyle kelimeyi israf ve şiire ihanettir. Bu çizginin tezkirelerde binlerce temsilcisinin olduğu; yeniden üretim hatta türetme şiirimsilerin şiir toplamı adına gereksizlik ve safra olduğu bir gerçektir. Döneminin şiirini dönüştürmeyi hedeflemeyen bir şiir algısı kötü kokan bir mahzende, işe yarar bir eşyadır yalnızca. Eşya olma durumu üzerinden bir söz gerekir elbette. Bu söz de iyinin anlaşılması adına mikyaslığı olsun.

Ethem Erdoğan, Şiirden Şuura kitabından alıntıdır.

İZDİHAM

Kitap satışı için.