30 Ocak 2020

Emine Şimşek, Mutsuz ve Karanlık Bir Portre: Guy de Maupassant

ile izdiham

Maupassant, benim için sıkıntılı bir sabaha uyanmak gibidir. Ortaköy’den Beşiktaş’a kendini bilmez halde yürümelerimin sebebidir. Kimi dalgın, kimi umursamaz; ama her zaman kederli, her zaman yalnız benimledir o. Elimden tutar ve beni öyküye götürür, ne şefkatli bir arkadaştır.

Onu lise yıllarımda tanıdım. Okul gömleğinin cebinde katlanmış kağıtlarda şiir taşıyan bir öğrenciydim. Teneffüs zili demek kitabın sayfasının çevrilmesi demekti benim için ve hep o teneffüslerde kalmak isterdim.

Edebiyat derslerinde konu öykü olunca adı geçen iki büyük isim vardı; Guy de Maupassant ve Anton Çehov. Olay öyküsü denince akla Maupassant gelmeliydi, ezbere almıştım. Hatta bu öykü tekniği onunla anılıyordu. Kendime doğru gittikçe Maupassant’ın öykülerinin arasına kalbimi düşürdüm.

Çoğu yabancı yazar aristokrat bir aileden gelir. Maupassant da öyle. Fransız aristokrat bir ailenin oğluydu. On üç yaşında  ilahiyat eğitimine başladı. Ama Maupassant’ ın okulun kurallarına aykırı bir tavrı vardı. Bu yüzden de okuldan atıldı. Ertesi sene başka bir lisede eğitimini tamamladı. 1869’ da Paris’ te hukuk okumaya başladı. Karışık bir dönemdi. Fransa ve Almanya arasında savaş vardı. Maupassant , öğrenimine ara verip gönüllü olarak savaşa katıldı. Terhis olduktan sonra hukuk öğrenimini tamamladı. Donanma Bakanlığı’nda iş sahibi oldu; ama onun hayallerinde denizcilik yoktu. İçindeki coşkunluğu kaleme dökmek, yazar olmak istiyordu.

Maupassant’ ın büyük burjuva kökenli bir aileden gelen annesi Gustave Flaubert’in yakın dostuydu. Maupassant, Flaubert’ in yönlendirmesiyle şiir ve öyküler denedi. Flaubert, ona yazarlık hakkında pek çok şey öğretti, gitmesi gereken yolu gösterdi. Flaubert , “düş kırıklığı romantizm” sözünün özelliklerini bire bir taşıyordu. Zaten karamsarlık ikliminde dünyaya gelen Maupassant, hocası Flaubert’in işaret ettiği o kırgınlıkların, umutsuzlukların, altüst olmuşluğun yolunda ilerledi.

“Bir ağacı öteki her ağaçtan ayıran yanlarını keşfedene kadar incele, sonra da bu belirli ağacın biricikliğini aslına uygun ifade edecek  sözleri bul.” diye tavsiyelerde bulundu. Ya da gidip bir kafeye oturmasını ve oradaki eşyaları, insanları izlemesini önerdi. Flaubert ona , caddeden geçen at arabalarını sayarak içlerinden birini öyle bir betimledi ki , bu araba öteki dokuz arabadan net bir şekilde ayrılıyordu. Onun Maupassant’ a gösterdiği bu çizgi nesneyi ya da kişiyi en ince şekliyle betimlemek için ilerlemesi gereken yerdi. Ona gerçeği gözlemlemeyi, yalnız gördüklerini ve duyduklarını yazmayı öğretti. Flaubert’ in ondaki etkisi ilerleyen yıllarda arkadaşı Bouillet ‘ e yazdığı mektupta şöyle dile gelecekti:

“ Çoksesli bir orkestramız var, zengin bir paletimiz, çok çeşitli kaynaklarımız. Tarihsellik ve sanatsal hileler bakımından belki de şimdiye kadarkinden çok daha fazlasına sahibiz. Ancak eksiğimiz, o iç ilke. Şeylerin ruhu,süje’ nin idesidir.”

Flaubert, Maupassant’ı bazı realist yazarlarla tanıştırdı, onun yazdıklarını okuyup çeşitli düzenlemeler yaptı. 1880’ de,  önemli yazarların  öykülerinin toplandığı  “Les Soirées de Médan “ ( Medan Akşamları ) adlı kitapta  Maupassant’ ın da bir öyküsü yer aldı. Bu öykü onun pek çok yazar tarafından tanınmasını sağladı ve  öykü yazmak konusunda sağlam bir yapısının olduğu anlaşıldı. Flaubert ‘ O olmasaydı Maupassant olmazdı. ‘denilecek  kadar onun üstünde hakim oldu. Flaubert bu süreçte ondan emeğini hiç eksik etmedi. Kendisine bu kadar özveriyle katkıda bulunan Flaubert’ in ölümü Maupassant’ ı derinden etkiledi.

Çok zekiydi Maupassant. Modern edebiyatın kurucularından biri sayılmasında zekâsının büyük önemi vardı. İçinde bulunduğu hayattan memnun değildi. Çevresini sürekli izliyor ve insanları kelimelerle hareket ettiriyordu. Paris ‘i çok seviyordu; ama Eyfel Kulesi’ nden nefret ediyordu. Bu nefret onu kendine çekmişti; Maupassant her gün Eyfel Kulesi’ ne gidiyor, oradan insanları, tabiatı izliyor ve öykü yazıyordu. Bir gün yanına gelen birisi ona:

-Mösyö, bu kuleden nefret ettiğinizi söylüyorsunuz; ama her gün buraya gelip yazıyorsunuz, dedi.

Maupassant, deyim yerindeyse lafı gediğine koyan bir cevap verdi:

-Bu şehirde bu iğrenç yapının gözükmediği tek yer burası.

Maupassant, öykülerinde pek çok defa adı geçen Seine Nehri ‘ ne hayrandı. Nehirde kayıkla gezintilere çıkmayı çok seviyordu. Bu gezilerde kendisine arkadaş olarak sokak kadınlarını ( burjuvayı yakından tanıyıp onların içsel kırılmalarına yakından şahit olduğundan belki ) seçiyordu.

Maupassant’ın öyküleri genel olarak kısa öykülerdir. Ama bir öyküyü bitirince diğerine geçmek istemez insan. O öykünün yankısını yaşar içinde ve sanki koskoca bir romanı devirmişçesine düşüncelere dalar.

Burjuva toplumunun en çirkin yanlarını ustaca anlattı Maupassant. Onların maddeyi ilahlaştırmasını , gösteriş budalası olmalarını reddetti. Onun için de öykülerindeki kahramanlar hep bir düş kırıklığı yaşar, ya o aldatır ya sevdiği kişi onu. Ama Maupassant, duyarlılığı olan bir yazar bütün karamsarlığına rağmen. Hayatın üzerini toprakla kapatmasına karşın nefes alınabilecek bir yer mutlaka bırakır. Bir öyküsünde ‘’ Aşk olmayınca hayat bana dayanılmaz geliyor. Bir köpek tarafından bile olsa sevilmeye ihtiyacım var. “demesi de onun ruhunu apaçık ele veriyor. Bir “sevgilinin ölümü” nün insanı nasıl derinden sarstığını hissedip bunu kalbi titretecek şekilde anlattı. Ama sevmedi Maupassant, sevilmedi. Karanlık ve yalnızdı. Toplum onun için kokmuş cesetlerden farksızdı. İkiyüzlülük, Maupassant’ın ölü bedenlere bakınca gördüğü buydu: İkiyüzlülük ve hıyanet.

Gençliğinden beri baş ağrılarından şikayet ederdi. Bu ağrılar zihin yorgunluğu ve halüsinasyonların etkisiyle giderek şiddetleniyordu. Ne olduğunu bilmiyordu; ama sanki onun başında bir varlık vardı. Kendisine düşman olarak görüyordu onu. Ve ölüm düşüncesi o varlık hissiyle birlikle beynini zonklatıyordu, hayata tahammül etmek bundan sonra çok zordu. 1987 yılında yayınlanan  ‘’ Le Horla ‘’ adlı öyküsünde, yanında sürekli olarak duran varlık fikrinin nasıl başladığını ve kendisi üzerinde ne gibi etkileri olduğunu anlattı. Bu kitabı yayınlandıktan sonra elde ettiği gelirle bir yat satın aldı. Akdeniz ‘ e geziler yaptı ve bu yolculuktaki izlenimlerini “Au Soleil’’ (Güneşte ) , “Sur l’Eau” (Denizde ), “La Vie Errante” (Serseri Hayat) öykülerinde anlattı. İyileşmek ümidi vardı başlangıçta; ama o his bütün benliğini çoktan esir almıştı.

 Yolculuktan döndükten sonra “Pierre et Jean” adlı romanını tamamladı. Daha sonra “Notre Coeur” ve ‘’La Vie Errante adındaki  kitapları yayınlandı. Bundan sonrası okuyucuları için en korkuncuydu belki de bir yazar artık susmuştu.

Çok fazla ilaç kullanmaktan bedeni ve zihni yıpranmıştı. Çıldırmak. Maupassant çıldırmıştı. Gırtlağını kesip intihara kalkıştı. Ama kurtulmuştu. Kendisi için en acı olan günler ondan sonra başladı. Paris’ te bir akıl hastanesine yatırıldı. Sürekli onunla birlikteydi o düşman bildiği hayali varlık.  Guy de Maupassant 6 Temmuz 1893’te, 43 yaşında iken hayattan ayrıldı. Paris’teki Montparnasse mezarlığına, kendi deyimiyle, ‘insan etiyle beslenen” muhteşem, hüzünlü bir bahçe’ye, gömüldü.

“Bu diyar ötekilerin, yaşayanların diyarından ne kadar da küçüktü; oysa ölüler yaşayanlardan çoktu. Hayatta olan bizlere; kaynakların sularını, bağların şaraplarını içen, tarlaların ekmeğini yiyen bizlere yuvalar dar geliyordu. Ölülere, toprağa düşen insana ise basit bir mezardan başka hiçbir şey kalmıyordu. Toprak onları alır, unutulmak onları örter ve her şey orada biter.

Mutluluk’ u yazarken hiç mutlu olamayacağını bilemezdi.

Emine Şimşek

İZDİHAM