3 Mart 2016

Dücane Cündioğlu, Hiçlik Niçin Korkutur?

ile izdihamdergi

Muhatabım bana bir ‘şey’ söylerse, kendisine ancak birkaç şekilde karşılık verebilirim. İmdi, verebileceğim karşılıkların listesini, basit bir biçimde şemalaştırmayı deneyeceğim:

1. Ne dediğini anlıyorum.

Böyle bir karşılık, muhatabın ancak ‘dil’ düzeyinde anlaşıldığını gösterir. Özetle düz anlamı şu: “Türkçe biliyorum!” veya “Söylediklerinin anlaşıldığından emin ol lütfen!”

2. Ne demek istediğini anlıyorum.

Bu durumda bir adım daha atmış ve muhatabıma, kendisini ‘kavram’ düzeyinde de anladığımı ifade etmiş olurum. Burada anlaşmanın düzeyi, dili aşıyor. Çünkü muhatabımın kullandığı sözcüklerin anlamını değil, bu anlamı hangi kavramla birleştirmem gerektiğini de bildiğimi kendisine göstermiş oluyorum. Demek ki anlaşmamız sadece ‘dil’ değil, ‘düşünce’ düzeyinde de. Yani: “Sadece sözcüklerini ve bu sözcüklerde yüklü anlamı değil, bu bildirimi yapmaktaki kastını da, maksadını da anlıyorum.”

3. Seni anlıyorum.

Kendisine bu karşılığı verdiğim takdirde, muhatabımın “ne dediğini” ve “ne demek istediğini” değil, bizatihi ‘kendisini’ anladığımı vurgulamış olurum; dolayısıyla verdiğim karşılık, ‘dil’i ve ‘düşünce’yi bir çırpıda paranteze alıp, anlayışımın gerçekte ‘duygu’ düzeyinde gerçekleştiğini gösterir. Sözlerini dinlemiyorum, kastını umursamıyorum ve fakat seni önemsiyorum. Seni anlıyorum çünkü. Sanırım, bu mertebe, ne denli sahici olursa olsun, aramızda yapılan anlaşmaların en geçersizi.

Karşınızdaki kişiyi uzun uzun dinledikten sonra, kendisine “Seni anlıyorum” dediğinizi ve onunsa size şu cevapları verdiğini düşününüz:
Bırak öyle “Seni anlıyorum” lâflarını filân, sen asıl benim sözüme cevap ver! (Bu cümle şöyle devam edebilir: “Ne yani, şimdi evet mi diyorsun, hayır mı?”)
Aferin sana, şimdi de işi gücü bırakıp niyet okuyucusu olmuşsun.
“Seni anlıyorum” demek kolay, sen asıl işten (veya: paradan) haber ver! İki saattir boşuna mı konuşuyorum?
Lâtife bir yana, iki kişi arasında anlaşmayı mümkün kılan vasatın şimdilik üç katmanını belirgin kıldığımızı söyleyebiliriz:

a. Dil
 
b. Düşünce
 
c. Duygu

Burada, davranışların anlamından değil, aksine dil düzeyindeki ifadelerin anlamından söz ettiğimiz unutulmamalı. Çünkü muhatabımın herhangi bir sözü değil de herhangi bir davranışı hakkında konumumu açık kılmak isteseydim, kendisine, “Ne dediğini…” değil, “Ne yaptığını anlıyorum” derdim. (Baş taraftaki şart cümlesini hemen hatırlayalım: “Muhatabım bana bir ‘şey’ söylerse…”)

Dördüncüsü de şu şekilde gösterilebilir:

4. …

Sadece susmakla da muhatabıma karşılık verebilirim. Lâkin bu durumda “Seni anlıyorum” demekten öte bir tepkide bulunmuş olduğumu bilirim.

Yoruma açık bu tepkinin özünü nasıl açığa çıkaracağız? Susmanın ve/veya sessizliğin verilebilecek karşılıkların en kesini ve en keskini olduğunu bildiğimiz hâlde, niçin sessiz kalma hakkımızı kullanmaz, neden sadece susmakla yetinmeyip şu veya bu şekilde muhakkak bir şeyler söylemeye çalışırız?

İki nedenle:

a) ya susmanın, muhatabımız tarafından ‘anlayışsızlığımıza’, dolayısıyla yetersizliğimize bir delil olarak kullanılacağından çekindiğimiz için.

b) ya da çıkan her sesin bir anlamı olduğu konusunda insanlar-arası bir ittifakın bulunduğunu bildiğimizden ne yapıp edip bir ses çıkarmamız gerektiğine inandığımız için.

Kısacası, ya yaşadığımızı ispat etmek için, veya aklımız sıra, yaşamaya/yaşatmaya değer niteliklerin sahibi olduğumuz için konuşuruz…

Ey talip, artık sorduğun sorunun cevabını almış oldun. Hikmet hazinelerinden istifade etmek istiyorsan, konuşanları bir kenara bırak da susanların meclisinde kendine yer edin.
Sus ki sessizlik perisi öğretmenin olsun; suskunluksa tahtın. Öyle sus ki sen onlardan değil, asıl sözcükler, düşünceler ve duygular senden korksunlar! Görmüyor musun, en bilgiç, en bilgin olanlar bile HİÇten nasıl korkuyorlar?

 

 

Dücane Cündioğlu
İZDİHAM